... Sayfaları birer birer tüketirken,
benzersiz erguvanî düşlerin “gerçekliği”nde semâ edeceksiniz ve bu
düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar
inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak,
nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar,
seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin
sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın
hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar
gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü... Bağdasar,
Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel
Bey ve diğerleri. ...
(Arka kapaktan)
COTE: [TUR-L] [ANAR-38625]
(269 sayfa)
TCKBZA 1
Anar makamı
İhsan Oktay Anar, bir önceki
romanı Amat'ı okuyabilmek için yedi yıl bekleyen okuyucularını bu kez
üzmedi. Adını musiki makamlarından alan üç bölümden oluşan Suskunlar,
yine Osmanlı'nın hüküm sürdüğü devirlerde, "Sultan Ahmed-i Sânî Han
Efendimiz'in devri saltanatından sonraki senelerden birinde" geçen
neşeli, heyecanlı, fantastik ve de felsefi bir roman. Amat, denizcilik
dünyasına dair bir hikâyattı. Suskunlar'sa musikinin, musikiye duyulan
aşkın, sessizliği de kapsayan seslerin, insana üflenen nefesin, iyilikle
kötülük arasındaki kavganın romanı.
"Başlangıçta sükût var idi. Ve
her yer karanlık idi. Ve Yaradan Yegâh makamında terennüm eyledi. Ve bu
ışıltılı nağme ile etraf nûr oldu. Ve nağme boşlukta yankılanıp geri
döndü. Ve Yaradan, bu Yegâh nağmenin güzel olduğunu gördü." Anar da,
romanın, kişilerin, mekânların ve olayların yaratıcısı olarak 'Yegâh'
bölümüyle başlamış hikâyesini anlatmaya...
Aslında hikâyelerini
demeliydim; çok zengin, mizah yüklü ve şaşırtıcı bir hayal gücünden
fışkıran hikâyeler. Belli bir zamana ve mekana yaslanmasıyla tarihi,
barındırdığı metafizik ve mistik öğelerle fantastik, fail-i meçhul
cinayetleriyle polisiye türe göndermeler yapan bu hikâyelerle kimi zaman
İstanbul'un yoksul mahallelerine, kimi zaman paşa konaklarına misafir
oluyoruz. Mevlevihanelerinden saz meclislerine, ürkütücü zindanlardan
çetelerin barındığı karanlık hanlara, köle pazarlarından Galata
borsasına kadar uzanan mekânlarıyla geniş bir İstanbul panoraması çizen
Suskunlar'da büyük tarihin sessizliğe mahkûm ettiği insanlarının sesleri
çınlıyor. Hızır Paşa'nın dokuz katlı mehter takımında kös tokmaklayan
Kalın Musa'nın; armudî kemençesiyle can alan kırk dokuz yaşındaki
mahdumu Veysel'in; Beyazıt'ta, tamburîlerden neyzenlere, kanûnîlerden
kudümzenlere kadar bir alay musikî meraklısının gelip meşk ettiği bir
çalgılı kahvehane işleten, Kalın Musa'nın öz kardeşi Muhayyer
Hüseyin'in; hayaletiyle dehşet salan kanûnî Âsım'ın; Musa'nın torunları
Davud ve Eflatun'un; oniki parmaklı cüce Pereveli İskender Efendi'nin;
Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri ve oğlu Zahir'in; Mevlevi Şeyhi Neyzen
İbrahim Dede'nin; insanoğlunun kadim düşmanı Tağut'un sesleri biraz daha
yüksek perdeli. Daha az sahne alsalar bile, Davud'u, Asım'ı ve Pereveli
İskender Efendi'yi aşkıyla tutuşturan güzeller güzeli Nevâ'nın,
geleceğin olduğu kadar geçmişin bilgisine de vâkıf, zehir gibi tarihçi
Yedikule Kâhini'nin, göklerdeki büyük hakikati gördükleri için gözleri
kör olan Kahire Kâhini Bilâl, Urfa Kâhini Heybet, Basra Kâhini Abbas,
Hicâz Kâhini Mesût, Trablus Kâhini Zeynel, Kazan Kâhini Selahaddin ve
Bağdat Kâhini Munkasım'ın, tabâbet yeteneğinden ziyade 'naaşlarıyla' yâd
edilen vücudu su yüzü görmemiş tabip Rafael'in, Süleymaniye Câmii'nin
altındaki ârâstanın ön cephesine bakan kahvehanede, takım taklavatıyla
müşteri bekleyen hayâlet avcısının, Zincirli Han'ı mesken tutan
'Dokuzlar' çetesinin her bir fedaisinin, Kostantiniye'deki musikî
üstadlarından Gülâbî, Meymenet, Âmin, Kirkor ve Bağdasar'ın, Zincirli
Han'ın katili Kabil ve aynı zamanda yeğenleri de olan iki yamağının ve
saymayı unuttuğum diğerlerinin sesleri de ahenkli. Sonuçta bütün bu
sesleri Konstantiniye ahalisinden mürekkep tuhaf bir koro eşliğinde,
kendine özgü bir makamla besteleyip sözcüklerle icra etmiş Anar.
'Hayat
veren nefes'
Bu kadar çok kişi, mekân ve yan hikâye
barındıran bir romanı özetlemeye çalışmak beyhude, ama yine de çok çok
kısaltılmış bir özet verelim; Bâtın Efendi ve oğlunun Kostantiniye'ye
gelmesi, Kostantiniye'deki musikîde en derin, en bilge ve en usta olan
yedi kişiden altısının eleneceği, ve seçilenin kulağına Bâtın Efendini,
kendi neyinden en mukaddes nağmeyi üfleyeceği, yani 'hayat veren nefesi'
dinleteceği duyulması, yukarıda adı geçen roman kişilerinin hayatlarını
etkileyecek, kaderler kesişecek, türlü kötülükler ve cinayetler
işlenecek ve iyilerle kötüler arasında büyük bir kavga başlayacaktır..
Suskunlar,
diliyle, üslubuyla, anlatma şehvetiyle, fantastik öğeleri, kişi, mekân
ve hikâye zenginliğiyle Binbir Gece Masalları'nı hatırlatıyor. Ancak
anlatmanın büyüsüne teslim olup söylemek istediklerini unutmamış Anar;
bütün bu parçaları, romanın ana motifi her hikâyede, her kişide, her
olayda ortaya çıkacak şekilde birbirine bağlamış. Zaman zaman hikâyeyle
doğrudan ilgisi yokmuş gibi görünen kişiler, sanki nedensizce ortaya
çıkıyor ve geriye hiçbir ipucu olmaksızın ortadan kayboluyorlar. Roman
yine de dağılmıyor. Bu sayede hayatın kendine özgü, düzensiz, o dakika
yaşanmakta olanla alakasız anlarını yakalıyoruz. Yakalıyoruz, çünkü
"gerektiği gibi yazılmış metin örümcek ağına benzer: Gergin, eşmerkezli,
saydam, sıkı örgülü. Uçuşan her şeyi kendine çeker. Arasından geçmeye
çalışırken ağa yapışıp kalan metaforlar, onu besleyen aylardır. Konu ve
malzeme kendiliğinden ona doğru kanat çırpıyordur."
İhsan Oktay'ın
bütün romanlarında görülen insan, eşya ve hikâye çeşitliliği zirvesine
Amat'ta ulaşmıştı. Bir kalyon maketine benzetmiştim Amat'ı; hani o en
kocaman kutulardan çıkan en karışık, en küçük ayrıntısına kadar
neredeyse gerçeğinin bire bir taklidi olan maketlere... Böyle bir maketi
tamamlamak hem sanatkarlık hem zanaatkârlık isteyen, hem ustalık hem
hamallık gerektiren bir işti. Sanatkârlık, zanaatkârlık, ustalık ve
hamallıkta daha da ileri giden Suskunlar'sa diliyle musikiye,
tasvirleriyle minyatür sanatına uzanıyor. Anar, kulağına gelen her sesi
büyük bir titizlikle görselleştirmiş. Sadık okuyucuları bir yana, hiçbir
edebiyatseverin kayıtsız kalmayacağı bir dille yapıyor bunu. Eskidiği
varsayılan kelimler, ifadeler, deyimler ve deyişler Anar'ın kaleminden
yeniden hayat bulmuş. Farklı bir düşünce ve duygu sistemini açığa
çıkaran, alışılagelmiş olandan küçük sapmalar ve anlam kaymaları,
böylelikle ortay çıkan mizah, dış dünyayı olduğu kadar iç yaşantıları da
ortaya koyan diyaloglar, varlıkların durumlarını gösteren -zamana ve
mekâna uygun- sıfatlar, anlam zenginliği katan pekiştirmeler, vurguyu
artıran ikilemeler, kısacası duygu ve düşünceyi iletmeye yarayan bütün
dil araçları kusursuzca kullanılmış.
Amat'ta da benzer bir dil
vardı, ancak gemicilik terminolojisinin ağır basması, dili biraz
ağırlaştırmıştı. Suskunlar'da böyle bir sorun yok. Bilmediğiniz
kelimelerin bile bir anlam kazandığını göreceksiniz. Tam bu noktada bir
alıntı yapmak gerekiyor. Özellikle Eflatun'un bir sesin çağrısına uyup
Sofuayyaş mahallesinden Galata Mevlevihanesine yaptığı o uzun
Ulyssesvari yolculuktan;
"Gelgel Çıkmazı'nın köşesindeki Tiryaki
İlyas Dede Hazretleri'nin türbesini geride bırakan Eflâtun, Tekir
Kasap'ı da geçince Bodrum Câmii'nin yukarısındaki, tâ fetih öncesi
devirlerde Rûm sultanlarınca yaptırılmış, ama şimdi subaşından kaçan
berdûş ve âvârelerin barınak bildikleri, incir, köknar ve servi
ağaçlarının gölgesindeki saray vîrânesine vardı. İşte burası, genişçe ve
nispeten temiz tutulmuş kalabalık bir yolun köşesindeydi. Bu yol ise,
sefer ilân eden Padişâh Efendimiz ve hizmetkârlarından, başlarında
yatırtmalı börkleri ve sırtlarında kırmızı çuhadan kaputlarıyla yeniçeri
zâbitlerinden, vezirlerden ve paşalardan ibâret Alay-ı Hûmâyûn'un, yeni
ülkeler fethetmek amacıyla geçit resmi yapıp yola çıktığı Dîvân Yolu
idi."
"(...) Eflâtun yerinden doğrularak, sesin geldiğini sandığı
Darphane tarafına seğirtti. Her gün binlerce altun sikkeye Padişâh
Efendimiz'in tuğrâsının darp edilip piyasaya sürüldüğü bu büyük bina,
Tatlıcı Bekir Ağa'nın dükkânını geçtikten sonra sağ tarafta, Mercan Ağa
ile Yakup Bey'in evlerinin bitişiğindeydi. Herhangi bir hırsızlığa mahal
vermemek için hemen hepsi helâl süt emmiş, namus ehli zevât arasından
seçilen vezneci, sarraf, cilâcı, sikkeci ve haddecilerin çalıştığı
Darphane'nin, kendi câmisi, imamı, müezzini ve bir de maaşlı cellâdı
vardı. Ama çiğ süt emmiş insanoğluna yine de pek güven olmadığından,
burada çalışan sikke vurucular, sabah geldiklerinde ve akşam giderken
anadan üryân edilip muhafızlarca aranırlardı. Bu iş için pek çok usûl
vardı. Meselâ bunlardan biri, vücutlarındaki uygun bir yere bir altun
sikke sokuşturmuş olabilecekleri şüphesiyle bu insanların, bir muhafız
tarafından, sol elin tahâret parmağıyla muayene edilmesiydi. Bu iş için
elinde fermân ve yetki bulunan Darphane Emini'nce en küçük hırsızlık
bile hoş karşılanmaz, suç işleyen şahıs şerîate uygun olarak derhal
cezâlandırılırdı. Zaten gören ibret alsın diye Darphane'nin kapısına,
çoğu artık kurumuş tam yirmibir kesik el çivilenmişti."
Görüldüğü
gibi, büyük bir ciddiyetle kaleme alınan ifadeler aynı zamanda yoğun bir
mizah da barındırıyorlar. Böylelikle yanılsamanın gerçekliğine bir şerh
düşüyor yazar; metin kurmacalığını itiraf ederken, sanat yapıtını o
yüce şaka konumuna geri döndürüyor. Zaman zaman anlatının akışına
kapılsanız bile, size kurmaca bir dünyada olduğunuzu hatırlatan
-gerçekleşmiş bir hayal olan dünyayı örnek alıp, onu ve uslubunu taklid
ederek yeni hayaller kuran- yazarın ironik diliyle kendinize
geleceksiniz. Bu andan sonra ne tarihi roman diyebilirsiniz Suskunlar'a
ne de fantastik edebiyata havale edebilirsiniz romanı. O kendi
kurallarını kendisi koyan bir roman.
İçeriğin ta kendisi
İhsan
Oktay'ın romanlarındaki dili ve üslubu ağır, yoğun ve gösteriş
heveslisi bulanlar olabilir. Ben bu biçimin içeriğin ta kendisi olduğunu
ve yazarın muhalefetinin tam da bu biçimde vücut bulduğunu düşünüyorum.
Kelime ve cümlelerin klişeleştiği, sözcük dağarcığının fukaralaştığı,
düşüncenin yazıdan dışlandığı, herkesin hazır fikirleri sahiplendiği bir
dünyada dilsel yoğunluğu tercih etmenin kendisi bir uyuşmazlık
tavrıdır. Jameson'dan bir alıntıyla sürdüreceğim; "Üslup, aynı şeyi
söylemek gücünü sürdürebilmek için her gün daha karmaşık mekanizmalar
geliştiren Kızıl Kraliçeye benzer; geç kapitalizmin ticaret
evrenindeyse, ciddi yazar, okuyucunun somut hakkındaki uyuşmuş
duygusunu, dilsel sarsmalar yoluyla, fazla tanış olunmuş şeyleri yeniden
kurarak ya da tek başına bir tür kesik kesik adlandırılmamış yoğunluğu
barındıran fizyolojik şeylerin daha derin tabakalarına çağırarak yeniden
uyandırmak zorundadır."
Üstelik sadece kendi güzelliğiyle böbürlenen
bir dil değil Suskunlar'daki. Anar'ın bütün yapıtlarında rastlanan
felsefi tartışmalar kişilere, kişi adlarına, hikâyeciklere, kısacası
metnin tamamına yedirilmiş. Yaratma tutkusundan hakikat arayışına,
iyilik kötülük karşıtlığından insani zaaflara, görmeyen kulaklardan
duymayan gözlere, işitmeyen kalplere, akıl ve zihin arasındaki karmaşık
ilişkilere dair pek çok şey çıkarabilirsiniz. Ya da bütün bunlarla
ilgilenmeyip keyifli bir okuma anına teslim edersiniz kendinizi.
Kaçınılması gereken 'Suskun'ları kategorize etmeye çalışmak, tek bir
anlamla sınırlandırmaktır.
Puslu Kıtalar Atlası ilk ve en başarılı
romanıydı. Kitab-ül Hiyel ve Efrasiyabın Hikâyeleri onun gölgesinde
kaldılar. Amat'la -Puslu Kıtalar Atlası'nı aşamasa da- yeniden bir çıkış
yakaladı Anar. Ne yazık ki birçok -hem de önemli- yerine değinme
fırsatı bulamadığım Suskunlar'sa tam bir ustalık dönemi eseri. Belki de
İhsan Oktay külliyatının en iyisi.
A. ÖMER TÜRKEŞ
Radikal Kitap 19/10/2007