Yapıtımızın birinci bölümünde anlatısal söylemin özelliklerini
belirlemeye çalıştık ama bu alanın günümüzde tarihyazımı ile kurmaca
anlatı gibi iki büyük ayrımından söz etmedik. Ancak bu arada,
tarihyazımının gerçekten söz konusu alana bağlı olduğunu üstü kapalı bir
biçimde kabul ettik. Şimdi sorgulayacağımız işte bu bağlılık olayı
olacak.
Yapacağımız araştırmanın kökeninde, eşit güçte iki inanç yer
almaktadır. Bunlardan ilkine göre, tarihin anlatısal özelliğini, tarihin
özel bir biçiminin sürüp gitmesine, yani anlatısal tarihe bağlamak
günümüzde yitirilmiş bir davadır. Bu açıdan, benim tarihin eninde sonunda anlatısal olduğuyla ilgili savım, hiçbir biçimde anlatısal tarihin savunulmasıyla karışmaz.
Benimsediğim ikinci inanç ise şudur: Eğer tarih, bir öyküyü izleme konusunda sahip olduğumuz temel yeteneğimizle
ve anlatının anlaşılmasına ilişkin bilişsel işlemlerle (bu yapıtın
birinci bölümünde betimlemiş olduğumuz biçimiyle) her türlü bağını
koparacak olursa o zaman toplumsal bilimlerin birliği içinde ayırıcı
özelliğini yitirir: Tarihin tarihsel olma özelliği biter.
Peki ama ne
türden bir bağdır bu?
Asıl sorun da işte buradadır.
“İnsanların sahip oldukları bilgiler içinde en fazla yararlı ve en az ilerlemiş olanı,insan hakkındaki bilgi gibi görünüyor;Delphes tapınağındaki yazıtın(Kendini tanı)tek başına ahlakçıların bütün iri kitaplarından çok daha önemli ve güç bir temel kural içerdiğini söylemeye cesaret ediyorum.Çünkü insanlar kendilerini tanımaya başlamazsa,insanlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı nasıl bilinebilir. ” (Cenevre'li,mesleksiz,işsiz,parasız ve hiçbir toplumsal estate ile bağlantısı olmayan Rousseau)