30 May 2010

PRATİK NEDENLER

Felsefeyi toplumbilim ve antropolojiyle yoğurarak, eğitimden sanata, bürokrasinin çarklarından çağdaş toplumlardaki yeni "soylular"a kadar gündelik yaşamımızın en can alıcı sorunlarını dur durak bilmeksizin çözümlemeyi uğraş edinmiş bir düşünür, gerçek bir araştırmacı Pierre Bourdieu.
Etnografya, sanat, edebiyat, eğitim, dil, kültürel beğeniler ve televizyonu kapsayan çok geniş bir alanda çalışmış olan Fransız sosyolog, antropolog ve felsefeci Pierre Bourdieu biçimlenmeye başladığı ilk zamanlardan itibaren küreselleşme karşıtı hareketin önde gelen adlarından biri olmuştu. Bourdieu’nün ünlü çalışması 1984 tarihli La Distinction (Ayrım, Farklılık) Uluslararası Sosyloji Derneği tarafından 20. yüzyılın en önemli on çalışması içinde anılır.

29 May 2010

ODYSSEİA

Egeli büyük ozan Homeros`un İlyada bir olayın destanıydı ; Odysseia ise bir kişinin destanıdır. İlyada`dan daha sonra yaratıldığı anlaşılan Odysseia`yı, bir destandan çok bir romana, bir filme benzetenler, haksız sayılmazlar. Bu destan, gerçekten de konusuyla romanı, kurgusuyla filmi andırır. Anlatım tekniği açısından her iki destan arasında büyük farklar vardır. Troya kentinin destanı olan İlyada`da olaylar düz akışlı bir anlatımla sergilenirken, Odysseia`da, anılar, öyküler, geriye dönüşler, yer ve zaman anlatmalarıyla, olay içinde olayların anlatıldığı çağdaş bir roman kurgusu görülür. İlyada gerçek bir destandır ; büyük bir olayın ve o olaya karışmış pek çok kişinin insan üstü güçlerle ilişkisini dile getirir. Odysseia bir tek kişinin, Kral Odysseus`un öyküsüdür. Troya savaşı biteli yıllar olmuş, ama ithaka Kralı Odysseus, yurduna dönmemiştir. Yıllardır bir adada tutukludur. Tanrılar, sonunda yurduna dönmesine izin verirler. Odysseia destanı, Kral Odysseus`un, gemilerini ve adamlarını alıp yola çıkışıyla başlar. Üç yıl denizlerde sürünüp binbir tehlikeyi savuşturduktan sonra yurduna ve karısına kavuşabilir. Aradan tam yirmi yıl geçmiştir.
Odysseia, uygarlığımızın ilk ve belki de en ölümsüz romanıdır.

COTE: [TUR-L] [HOME-21399]
(394 sayfa) 

İLYADA

İlyada ve Odysseia, Egeli bir ozan olan Homeros`un yarattığı iki büyük destandır. Homeros, sözlü edebiyat geleneğini sürdüren bir ozandı. Bu destanları İsa`dan önce dokuzuncu yüzyılda yarattığı sanılıyor. Yazılışı, kaleme alınışı daha sonradır. Bu İzmirli büyük ozan, İlyada`da, Troya Kentinin destanını anlatır. Troya Kenti, Çanakkale Boğazının Anadolu yakasında bugünkü adıyla Hisarlık Tepesine kurulu varlıklı bir kentti. Yunanistan`dan gelen Akhalar`ın saldırısına uğrar, bu savaşta iki toplum karşı karşıya gelir. Yurtları Anadolu`da bulunan Troyalılarla Yunanistan`dan gelen Akhalar Topluluğunun savaşıdır bu büyük destan. Akhalar Topluluğu Yunanistan`ın çeşitli bölge krallarından oluşmuş bir ordudur. Her kral, kendi gemileri ve adamlarıyla yola çıkmıştır ve bu ordular, krallar kralı Agamemnon`un yönetiminde birleşip örgütlenmişlerdir. Güçlüdürler. Akhalar, daha soylu, daha yürekli, daha akıllı ve daha örgütlüdürler. Ve savaşı kazanırlar. Troyalıların yenilgisinin destanı olan İlyada, 24 bölümden ve 16.000`i aşkın dizeden oluşur. Troya Savaşının dokuzuncu yılında 51 günlük bir süreyi kapsar. Yani o büyük savaşın kısa bir kesitidir bu destan.
Helence aslından, Azra Erhat`ın, A. Kadir`le birlikte yaptığı bu ölümsüz çeviriyi Can Yayınları olarak kıvançla yayımlıyoruz.

COTE: [TUR-L] [HOME-21733]
(592 sayfa)

28 May 2010

YOLCULUK HAZIRLIKLARI Felsefe Yazıları (1970-1993)

Yetmişli yılların başından başlayıp
bitimsiz yolculuğun ölümle noktalanacak

notlarını toplarken epey zorlandım.

Oldukça canım sıkıldı.

Hazırladığımı beğenmedim.
B
ir açıdan beğendim:
Yolculuğum çetin geçecek, geçmekte.
Seyir defterimi okura açtım.

"Felsefenin bağrı felsefe içindedir.
Giyinik, işlenmiş felsefededir.


Ben,
yıllardır giyeceğim giysiyi arıyorum.


Bütün çaba keşfedilecek felsefenin yol hazırlığdır.


Gemi kalafatlanmış, yelkenleri onarılmış, yolculuk başlamıştır.
Söylediklerim, bir kaptanın seyir defterinin ilk sayfasıdır.
İlgilenen seyyahlar okusun diye yazılmıştır."


Yolculuk Hazırlıkları, Ahmet İnam'ın 1970-1993 yılları arasında yazmış olduğu 27 felsefe makalesini içermektedir. Kitap, Felsefe, Kültür ve Ussallık başlıkları altında üç bölümden oluşmaktadır.


Prof.Dr. Ahmet İNAM'la SÖYLEŞİ

27 May 2010

Türklerin Tarihi / Pasifik'ten Akdeniz'e 2000 Yıl

Kuzey ormanlarından çıkıp geldiler, cesur, dağınık, marifetli ve henüz yolun başındaydılar. Önce bozkıra, sonra Çin içlerine ve sonra da sonu başı belli olmayan bir sel gibi garba doğru yayıldılar...
Türkler adıyla tarihe geçen bu boylar, aileler ve kavimler bütünü batılıların gözüyle çoğunlukla barbarlığın simgesi olsalar da Orta Asya’nın yüksek uygarlıklarından birini ve bazen küçük devletlerinin bazen de devasa imparatorluklarının sınırları dahilinde kültürler arası barışı ve huzuru tesis ettiler. Bazen memluk, bazen efendi ve bazen de birbirlerinin en amansız düşmanıydılar. O en baştan beri inandıkları dinlerinden hiç vazgeçtiler mi, ne kadar Budist ne kadar Hıristiyan ne kadar Yahudi ve ne kadar Müslüman oldular? Tüm bu yüzyıllar boyunca tek arzuları, tüm o savaşlar, yağmalar, fetihler, din değiştirmeler ve sergilenen bilgelikler sadece barışa ve huzura kavuşmak için miydi?
Bu; Türklerin, Halaçların, Hiong-nuların, Osmanlıların, Memlukların, Rusların, Çağataylıların, Tu-kiuların, Selçukluların, Çinlilerin, Hintlilerin, Karakoyunluların, Timurluların, Arapların, Kazanlıların, Tatarların, Bulgarların, Türkiyelilerin, Hunların, Kıpçakların, Ermenilerin, Peçeneklerin, Safevilerin, Gaznelilerin, Bayatların, Rumların, Özbeklerin, Hitanların, Farsilerin, ihşitlerin, Tolunoğullarının, Kürtlerin, Yakutların, Kırgızların, Azerilerin, Moğolların, yani bir coğrafyayı yüzyıllar boyunca paylaşan halkların, ittifak ve itilafların, barışın, savaşın, uygarlığın ve aslında yaşadığımız günün hikayesidir.
Altay Türklerinde Ölüm, Orta Asya’da Kutsal Bitkiler ve Hayvanlar, Moğol İmparatorluğu Tarihi, Orta Asya: Tarih ve Uygarlık, Türklerin ve Moğolların Eski Dini’nden sonra ünlü Türkolog Jean-Paul Roux sizi 2000 yıllık tarih içinde bir yolculuğa, bildiğinizi sandığınız ya da hiçbir fikriniz olmayan olaylara, insanlara ve inançlara tanıklık etmeye davet ediyor. (Arka kapak)

26 May 2010

YERYÜZÜNÜN LANETLİLERİ

Savaş başlar başlamaz bu sert gerçeği gördüler: Biz de herkes gibiyiz, hepimiz onlardan yararlandık, bir şey kanıtlamaları gerekmez, kimseye ayrıcalıklı muamele etmeyecekler. Görev tek, amaç tek: her tür araçla sömürgeciliği sürüp atmak. En uyanıklarımız gerektiğinde bunu kabul etmeye hazırdırlar, ama bu güç denemesinde aşağı-insanların bir insanlık belgesi elde etmek için kullandıkları tamamen insanlıkdışı yöntemi görmeden gelemezler: Hemen verin şu belgeyi de barışçıl yollarla bunu hak etmeye çalışsınlar. Soylu ruhlarımız ırkçıdır.
Fanon'u okumaları iyi olur. Fanon, bu bastırılamaz şiddetin ne de bir bardak suda fırtına, ne barbar içgüdülerinin yeniden ortaya çıkışı ne de bir hınç olduğunu kusursuzca gösteriyor: kendine gelen insandır bu.
Jean-Paul Sartre (Yeryüzünün Lanetlileri, Önsöz'den)

Bir yeryüzü lanetlisi - A. ATEŞOĞLU - RADIKAL KİTAP

25 May 2010

Fedaîlerin Kalesi Alamut

Hıristiyanlann zaman ölçüsü ile 1092 yılının iik baharnda hatırı sayılır büyüklükte bir kervan, Sernerkant tan başlayarak Buhara üzerinden Horasan'ın kuzeyindeki Eibruz platosuna dek uzanan, bir zamanlar muzaffer ordulann kullandığı eski yolun üzerinde ağır ağır ilerliyordu. Karların erimeye başlamasıyla birlikte Buhara'dan ayrılan kervan haftalardır yollardaydı. Deveciler yorgunlukian halhallerinden belli olan hayvanlan harekete geçinmek için kırbaçlarını havada şaklatarak, sert seslerle bağırıp çağırıyorlardı. Ağır yüklerinin altında ezilen Hecin develeri, katırlar ve çift hörgüçiü Türkistan develeri, tek sıra halinde yürümeye çalışıyorlardı. Kervanı koruyan silahlı adamlar, küçük uzun tüylü atlarının üzerinde dimdik duruyorlardı. Ufukta uzanan dağ sıralarına dikmişlerdi gözlerini; bakışlarından hem yorgunluk hem de umut okunmaktaydı. Uzun zamandır inmemişlerdi atlarından. Bu nedenle de hedeflerine varmayı dört gözle bekliyorlardı. Demavend dağının karla kaplı zirvesi giderek yaklaşıyordu. Dağlardan esen soğuk rüzgâr yorgun insanları ve hayvanlan zindeleştirmişti. Fakat geceler çok soğuk geçiyordu. Deveciler ve silahlı muhafızlar, akşamları çevresine toplandıklan büyük ateşe giderek daha çok yaklaşıyorlardı. Homurdanmaya başlamışlardı. ...
(sayfa 5)

e-kitap:
Fedaîlerin Kalesi Alamut
(www.scribd.com)

24 May 2010

YİNE DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ YİNE TÜRKİYE

Çoklukta Yokluk  
Adalet Ağaoğlu
Hayatla inat olmaz. Elbette zaman kendi yasalarıyla her şeyi halleder, ama sorunların halini zamana bırakmak, bize kızıl at dedirtmedikleri günlerle bugün arasında ecelleriyle ölmeyen binlerce, düşünceleri yüzünden karardık duvarlar arasına atılmış kimbilir yine kaç yüzlerce kişinin acısını, 'onlar hiç olmamışlar gibi' yüreklerde kolayca taşıyabilmek demek.
Düşünceyi ifadede ve kendini geliştirmede sahici özgürlükler isteyenlerin yapamadıkları ve olamadıkları şey bu.
'Fikrimin İnce Gülü' romanımı, devletin güvenlik güçlerine ve orduya güveni sarsmaktan ötürü toplatan, beni mahkemeye veren de aynı devlet, aklayan, aradaki zararı ödemeyen de. Hangi canın bedelini ödediler ki, sıra buna gelsin?



Caniler Çağı
Ahmet Altan
Bu ülkede her gün ne kadar çok genç insanın öldüğüne aldırmıyoruz bile, askere
gönderiyoruz, ölüyorlar; dağlara çıkıyorlar, ölüyorlar; gözaltına alınıyorlar, ölüyorlar; sokakta yürürken enselerine bir kurşun sıkılıyor, ölüyorlar.
Gençler ölüyor, ihtiyarlar nutuk atıyor, ihtiyarlar nutuk attıkça gençler daha çok ölüyor; ihtiyarların zehirli konuşmalarındaki her sözcük bir mermiye dönüşüp bir genci vuruyor. Çocuklarımızın yarısını 'şehit' yarısını 'hain' olarak ölüme gönderirken, gazete köşelerine, parti tepelerine, yönetim zirvelerine tırmananlar her gün vatanseverlikten söz ediyorlar, onlar vatanlarını sevdikçe gençler ölüyor ve birileri bu ölümlerden inanılmaz paralar kazanıyor. Vatanseverlik diyorlar uyuşturucu kaçakçılığı artıyor, vatanseverlik diyorlar silâh kaçakçılığı tırmanıyor.
Vatan sevgisini ölüme ve paraya bağlamış bu vatanseverleri gördükçe Bernard Shaw'un sözleri geliyor insanın aklına: "Unutmayın ki," diyor bu asi ihtiyar, "her alçağın son sığınağı vatanseverliktir."

Düşünce Özgürlüğü Temel Bir Haktır
Akın Birdal 
Bir ülkede 21. yüzyıla girerken düşünce özgürlüğünden sıkça söz ediliyorsa, orada ciddi bir rejim ve yönetim sorunu yaşanıyor demektir. Bireylerin, grupların ya da toplulukların düşünmeleri, düşüncelerini açıklamaları, yaymaları yasaklanıyor ve cezalandırılıyorsa, o ülkenin demokratik hukuk devleti olduğunu kimse ileri süremez. Olsa olsa o ülkede herkesin bilmesinin istenmediği birşeyler baskı ve otorite ile gizleniyor demektir. O bireyler ezilen ise, aşağılanan ve ezilen cinsiyet ise ve o grup ve topluluklar ezilen bir sınıf ve halk, ya da etnik grup ve azınlıklar ise ve ezilenlerin 'cümlesi' buna karşı çıkıyor ve karşı çıkışlarına baskı, tehdit ve öldürümlerle karşılık veriliyorsa, o ülkede çok daha ciddi düşünülmesi gerekiyor. Öldürümlerin çeşit çeşidi, işkencede, gözaltında kayıplarla yargısız infazlarla ve kontrgerilla eliyle sıradanlaşmıştır.
Düşünceniz, sözünüz muhalifse, insandan ve halklardan yanaysa, 'bireyin ve toplumun özgürleşmesindense, emeğin ve emekçilerin kurtuluşundansa, sizin düşünceniz yasaklanmalıdır, etkisizleştirilmelidir ya da susturulması için her yola başvurulmalıdır. İşte Türkiye'de yaşanılan budur.
...
ANAP'ın 1989-91 döneminde faili meçhul cinayetler 41 iken, bu dönemde 1339 oldu. Aynı dönemde işkencede öldürümler, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar beş misline; yakılan, boşaltılan, yıkılan köy sayısı 15'ten 2470'e çıktı. İnsanlar, evler, köyler, ağaçlar, hayvanlar yakıldı. Kürt halkının tarih, doğa ve kültür mirası yerle bir edildi. Üç milyona yakın insan, evinden toprağından sökülüp atıldı. Bu dönemde, önce muhalif olan sivil toplum örgütleri etkisizleştirildi. Tepkileri günü geçirmeye yöneltildi. Güçlü bir işçi sınıfı muhalefeti bırakılmadı. Medyanın, ciddi bir baskı unsuru olma ve iktidarı uyarma işlevi tam tersine çevrildi. Devletin ve kamunun kaynaklan kendi egemenlikleri ve kişisel iktidarları için kullanıldı. Toplumun ve ülkenin yararına olmayan düzenlemeler, yararınaymış gibi gösterildi. Yapılanın, edilenin gizlenmesi sağlandı. Militarizmin denetimde, üniformasız köşe yazarları türetildi. Muhalif kişi ve örgütlere, siyasetçilere azgınca saldırtıldı. TBMM, hükümeti ve muhalefeti ile başı bozuk rejimin ve krizin kaynağını oluşturdu. Yargı, ulusal üstü hukuku yok sayarak, önce karşı çıktıkları darbe Anayasasına sığındı. Yerüstü ve yeraltı kaynakları yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekilerek onların da tepkileri kırılmaya çalışıldı. Türkiye'nin üyesi bulunduğu topluluklardan dışlanmaması için akıl almaz ödünler verildi. Yeni dünya düzeninde kendilerine biçilen rol başarılı biçimde yerine getirildi. Terör bahanesi ile demokratik, siyasi, insanî ve etik değerler yerle bir edildi, çürütüldü. Gazete büroları bombalandı, gazeteciler, yazarlar, milletvekili ve insan haklan savunucuları öldürüldü. Kitaplar, gazeteler toplatıldı. Hak, bilgi edinme, haber alma ve gerçeği öğrenme hakkından yoksun bırakıldı.
Yüz binlerce işçi, işinden edildi; çalışma hakkı kullandırılmadı, açlığa ve yoksulluğa terk edildi. Sonra susacaksınız denildi. Susmayanlar tehdit edildi, korkutulmaya çalışıldı, olmadı, insanlık dışı yollara başvuruldu; sürüldü, işsiz bırakıldı, cezaevlerine tıkıldı, öldürüldü.
Bir halkın varlığı reddedildi, yok sayıldı. Biz varız diyen çocuğu, kadını, çalışanı, yazarı, politikacısı Türkiye'den silinmek istendi. Bir halkın kendi kimliğiyle yaşamak, kendi diliyle konuşmak isteyişinin üzerine yasaklarla, korucusu ile, özel timi, jandarması ve polisiyle acımasızca yürüdü. Ve sonra da bunlar görülmesin, duyulmasın ve konuşulmasın istendi. Bu vahşeti gören, duyan, konuşan ve herkesi görmeye, duymaya, konuşmaya çağıranlar 'vatan haini', 'bölücü' ilan edildi. Böyle bir ülkede düşünülmez de ne yapılır? Böyle bir ülkede konuşulmaz ve savaşım verilmez de ne yapılır. 

Türkiye'nin Kanına Ekmek  
Yaşar Kemal
1946'da tek partili düzenden çoğulcu demokrasiye geçtik. Demokrat Parti kuruldu. Ardından da başka partiler. Demokrat Partiyi kuranlar tek partili düzenin adamlarıydı ve içlerinde cumhuriyeti kuranlardan da birçok kişi vardı. Bunlar tek parti devrinde gıklarını çıkarmamışlar, en küçük bir savaşım vermemişlerdi. Tek parti devrinin bütün baskılarına ön saflarda katılmışlar, Türkiye'nin halklarına kan kusturmuşlardı. Bunlar 1946'dan 1950'ye kadar, yönetimi ele geçirmek için tek parti devri için öylesine konuşmuşlardı ki, sanki bin kat ağırlıklı bir cehennemde yaşamıştık. Söylediklerinin hemen hepsini de halk yaşamıştı. Onlar diyorlardı ki, ey halk, bu tek parti, tek şef yönetimi seni aç koydu, seni çıplak bıraktı. Hastasın doktor yüzü görmedin, sıtmalısın sıtmadan sapır sapır döküldün. Anadolu bir çocuk mezarlığı oldu.
Vergiler, angaryalar, hele de yol vergisi senin kanını kuruttu. Aç kaldığında da yabancılarından başka yiyeceğin olmadı. Şeker yüzü görmedin. Kimi Demokrat Partililer, ellerinde şeker küpleri halka gösteriyorlar, kürsülerden bunun adı nedir, diye alan alan, kasaba kasaba halka şeker gösteriyorlardı. Daha da korkunç yoksulluk tabloları çiziyorlardı. Gene alanlarda, kasaba kasaba, il il, köy köy dolaşarak bağırıyorlardı: Candarma işkencesi görmemiş, dayağı yememiş, angaryaya gitmemiş, yol parasından hapse girmemiş köylü varmıdır, diye soruyorlardı.
...
Türkiye ne yaptı yetmiş yıldır, bütün hakları, Türk halkından da daha çok ellerinden alınmış olan Kürtler, çok yumuşak da olsa, direnime geçti Türk halkından önce. Ve birtakım Kürt gençleri dağlara çıktı. Dağlardaki Kürtlerle ordu çarpışmaya başladı. Sonunda durum öylesine azıttı ki, sivil Kürt halkının üstüne yürütüldü ordu. Bir general, "Bana hükümet izin versin doğuda taş üstünde taş koymam, o topraklarda ot bile bitirmem," dedi. Ordunun başgenerali de "Balığı yakalamak için suyu kurutmak gerek," fetvasını verdi. Suyu kurutmanın ne demek olduğunu bütün dünya biliyordu. Dünyanın gözleri önünde büyük bir trajedi oynanmaya başladı. İki bin köy yakıldı, iki buçuk üç milyon insan topraklarından sürüldü. Bunlar, büyük şehirleri gecekondularla doldurdular. Aç çıplak, hasta bir insan kitlesi oluştu. Demokrat aydınlar, Türkiye'nin bölünmemesini isteyenler, aman etmeyin eylemeyin suyu kurutmakla hiçbir şey elde edemeyiz, dediler. Bunu diyenleri de suyu kurutmak isteyenler hapsettiler. Oynanmak istenen trajedinin perdesi, ister istemez kalktı, trajedi artık insanların gözleri önünde güpegündüz oynanmaya başladı. Ve yüzyıl tarihinin büyük zulümlerinden biri, yirmi birinci yüzyıla, yani adı şimdiden konmuş, İnsan Hakları Yüzyılı'na girilirken ülkemizde oluştu. Bu olayları insanlık hiçbir zaman bağışlayamayacaktır. Bunca zulüm niçin yapıldı? Ülkemizin birlik ve bütünlüğünü korumak için! Bu çok yanlıştı. Ülkenin birlik ve bütünlüğü böylesi yollarla korunamaz, olsa olsa ancak ülke bölünürdü.

Yalanlarla Zehirlenmiş  
Orhan Pamuk
Anadolu mutasavvıflarının sık sık kitaplarına aldıkları eski mi eski bir hikâye vardır, severim. Aklı başında genç bir köylü rastlantıyla karşılaştığı bir bilgeden kehanet gibi gözüken bir gerçeği öğrenir. Yaşadığı köyün suyuna bir çeşit zehir karışmıştır, bu sudan içen herkes aklını kaçıracak, delirecek, ipe sapa gelmez lâflar etmeye başlayacaktır. Genç köylü, bilgeden öğrendiklerini köye yayıp kardeşlerini, dostlarını uyarmaya çalışırsa da kimseyi inandıramaz. Kendi başının ve aklının çaresine bakmak zorunda olduğunu anlayınca köyünü terk eder. Bir süre sonra meraktan köyüne geri döndüğü vakit, bilgenin öngördüğü gibi, bütün köyün sudan içip aklını kaybettiğini görür. Herkesin ipe sapa gelmez bir dille konuştuğu köy hayatına gene de alışmaya çalışır. Ama kahredici olan, şimdi bütün köylülerin kendi dilini ipe sapa gelmez bulması, ona deli muamelesi yapmalarıdır. Bir süre sonra bu öyle dayanılmaz hale gelir ki, köyün aklını ve dilini bozan pınardan kendisi de kana kana içer.
Kürt sorunu ve son olarak Kuzey Irak'ın Türk ordusunca işgali konusunda Türkiye kamuoyunda duyulan sesler, kullanılan kelimeler ve son on yıl boyunca yaygınlaşarak bütün Türkiye'ye hâkim olan bir dil bana bazan bu eski, sevimli ve korkutucu hikâyeyi hatırlatıyor. İpe sapa gelmez bir dille konuşan vatandaşlarım arasında kendimi yalnız hissettiğim için değil, hayır!
Çünkü her ne kadar tekseslileşen basın ve medya yüzünden ve devletin acımasız baskılan yüzünden sesleri hiç işitilmese de Türkiye'de Kürt sorununun bombalarla, tanklarla, kanla asla çözülemeyeceğini söyleyen küçük de olsa aklı başında bir muhalefet var. Bana bu tasavvuf hikâyesini hatırlatan şey, baskıdan, şiddetten, ezip geçmekten başka bir yol bilmeyen hükümetler yüzünden bütün Türkiye'nin artık yavaş yavaş zehirleniyor olması, aklını kaçırıyor olması ve devlet kaynaklı bu zehrin ve şiddet çılgınlığının konuştuğumuz yazdığımız dile dehşet verecek kadar sinmiş olması.

Şiddet ve Kültürel Diyalog
Mehmed Uzun
Yıl 1976. Yaprakların bile kımıldamadığı sıcak bir gün. Sıcak, havasız, yarı karanlık ve kasvetli geniş bir salon. Salon, her gün bir yığın 'devletin güvenliğini ilgilendiren' davaya bakan Devlet Güvenlik Mahkemesi salonu. Ben yargılanıyorum. Tutuklu bulunduğum cezaevinden, kelepçelenerek, asker gözetiminde, havasız bir hapisane arabasıyla getirilmişim. Oldukça geniş salonda ben sanık sandalyesinde oturuyorum. Karşımda, yüksekçe bir yerde ikisi asker, üçü sivil, beş yargıç oturuyor. Onlardan biraz uzakta da, aynı yükseklikte, savcı oturuyor. Savcının karşısına gelecek yerde de iki avukat, beni savunmak üzere, oturuyorlar. Arka sıralarda da davayı izlemek için gelmiş birkaç yakınım ve dostum oturuyor. Yaşlı başyargıç oldukça sevimli, bana bakıp bakıp gülümsüyor. Ancak yargıçlar benimle savcı arasında süren konuşmaya katılmıyorlar, sadece dinliyorlar. Terliyorum, üzerimde sadece kısa kollu, ince bir gömlek olmasına rağmen durmadan terliyorum. Kürtçe Türkçe yayın yapan bir aylık derginin yönetmenliğini yaptığım için tutuklanıp cezaevine gönderilmişim. Savcı da hazırladığı iki sayfalık iddianamesinde, benim bölücülük yaptığımı, olmayan bir halk, dil ve kültürden, Kürtlerden söz ettiğim için halkın bir bölümü¬nü tahrik ettiğimi ve cezalandırılmam gerektiğini iddia ediyor. Ben de hazırladığım 70 sayfalık bir yanıtla, savcının iddialarının yersiz ve anlamsız olduğunu açıklamaya çalışıyorum. Davanın hukukî yanından çok da, Kürtlerin varlığını, dil, kültür ve edebiyatlarının varlığını, tarihi belge ve bilimsel verilerle göstermeye, anlatmaya çalışıyorum. Bana en çok sıkıntı veren, beni en çok üzen ve utandıran da bu: körlerin bile görebildiği, sağırların bile duyabildiği binlerce yıllık gerçekleri tekrarlamak, kanıtlamaya çalışmak. Yaptığım iş, aslında gülünç; o salonun ağır ciddiyeti ve genişliği kadar gülünç. Sadece gülünç de değil, aptalca. Bunu fark ediyorum. Ancak bunu yapmak, kendimi savunmak zorundayım. Kürtçe yazdığım, Kürt kimliğini, dilini, kültürünü, sanat ve edebiyatını korumaya çalıştığım ve savunduğum için tutukluyum ve cezalandırılacağım. Tüm çirkinliğine ve ilkelliğine karşın kendimi savunuyorum. Ancak hiçbir konuda savcıyı ikna edemiyorum. Beni dinliyor, notlar da alıyor, ancak değişen bir şey yok. Benden sonra avukatlarım da, hukukî yanları da ekleyerek, benim söylediklerime benzer şeyler söylüyorlar. Savcı, onları da dinlemiyor. O sıcakta, bunalarak çok basit gerçekleri söylemeye çalışıyoruz. Ama olmuyor. Savcıyla herhangi bir iletişim kurmak, bir diyalogun yolunu açmak mümkün olmuyor. Savcı, iddianamede yazdıklarını tekrarlıyor: Türkiye'de Kürtlerin varlığını söylemek, Kürt kimliğini savunmak, Kürtçe yazmak, Kürtlerin kültürel ve insanî haklarını talep etmek suçtur. Kürtler, Türktür. Kürtçe, Türkçedir. Mantık, aşağı yukarı bu... Bir ara, dayanamayarak savcıya hitaben, Kürtçe konuşmaya başlıyorum. Günlük birkaç cümleyi art arda sıralıyorum. Ve savcıya Türkçe "Anladınız mı?" diye soruyorum. Yanıt vermiyor, ama anlamadığı kesin. Sadece boş  gözlerle bana bakıyor. "İşte bu benim dilim," diyorum, "kendim seçmediğim, ama içinde doğduğum, öğrendiğim, büyüdüğüm ve kendimi ifade ettiğim anadilim..."

23 May 2010


"Hayatından geleceğinden, ailesinden ve aklından vazgeçmek pahasına o `üç numaralı konçerto`yu çalan piyanistin filmini gördünüzmü?

Rachmaninov`un `üç numaralı piyano konçertosunu` Rachmaninov`un önünde çalıp o ünlü Rus kompozitöre, `çalarken ruhuma dokundunuz`dedirten ve sol kolunu bir felce kaptırıp sakat kalan hocasının, `piyano bir canavardır, onu denetleyemezsen yutar seni` dediği genç piyanistin, bir canavar tarafından yutulmayı göze alarak `üç numaralı konçertoyu` çalmak için ihtirasla titremesini seyrettiniz mi?

Hazırlıksız ve kırılgan bir ruhun taşıyamayacağı kadar büyük bir duygusal coşku gerektiren bu parçayı çalarken, yanlış sevgilerle örselenmiş ruhunu ortaya koyan o piyanistin, dünyanın en zor piyano parçası denilen konçertoyu çalabilmek için sağlığını, geleceğini ve bütün hatını tehlikeye atmasını aptalca bulmadan önce, bir insan neden hayatını bir piyano parçası çalmak için tehlikeye atar diye sordunuz mu? Gizlilerde bir yerde böyle bir soru saklıyor musunuz; bir gün lazım olur da belki sorarım diye, hayatınızn bir bölümünde böyle bir soru hazırlayıp koydunuz mu bir yanınıza?

Siyah smokini, bağlı olduğu baştan bağımsız ayrı bir canlı gibi kıvır kıvır uçuşan saçları ve kalın gözlükleriyle piyanonun başına gelip parçayı çalmadan önce gözlüklerini çıkartarak keskin bir bıçak gibi simsiyah parıldayan piyanonun üstüne koyan genç çocuğun, dokunduğu her notayla geleceğinden ve hayatından bir parçayı tuşlara bıraktığı o konserde, olağanüstü bir duyarlılıkla çaldığı parçanın bitiminde kendisini ayakta alkışlayan kalabalığın önünde selam verirken yıkılıp kalıvermesini görmelisiniz.

Bir insanın hayatından kıymetli ne var ki, onun uğruna, bir piyano parçası için hayatını veriyor diye sormalısınız.

Ruhunda ve aklında ne varsa, hepsini son katresine kadar `üç numaralı konçertonun`ışıltılı tınılarına terk eden çocuğun zaten kırılgan olan iç dünyasının, bir zümrüdüanka yumurtası gibi çatlayıp kendi içindeki büyülü kuşun üstüne çökmesini ve çocuğun o parçayı çaldıktan sonra on yedi yılını akıl hastanelerinde geçirmesini anlamak zor, eğer hayatınızda daha kıymetli birşey yoksa.

Sizin hayatınızda çalmak için uğruna hayatınızı vereceğiniz bir `konçerto`yok mu?

`İşte bunun için yakarım geleceğimi` dediğiniz bir parça bulunmuyor mu repertuarınızda?

Yoksa eğer bu, hayatınızda hayatınızdan daha kıymetli bir şey bulunmuyor demektir"


CODE: [TUR-L] [ALTA-188855]

"Bazı geceler, eskimiş acem halılarının üstünde yürüyen karıncaların adım seslerini
duyarak uyanıyordu.

Yüzlerce yıl önce dağ köylerinin izbe odalarında dokunmuş, çiğnene çiğnene
solgunlaşmış bu halıların üstünde yürüyen son canlılar olan ince belli, titrek eklemli,
boğumları simsiyah parlayan karıncaların kimsenin duymadığı adım sesleri, osman'ın
zamandan ve dünyadan kopmuş durgun ruhunda içini korkuyla titreterek yankılanıyordu.

Bir zamanlar büyükannesinin, şehvetin en ıssız, en ücra köşelerine gidip oralarda insan
etinin tadabileceği en keskin zevkleri aradığı geniş yataktan zorlukla iniyor, ayaklarını,
sürekli çıtırtılarla eskiyen ahşap tabana basıp bir zaman bu pürtüklü serdikten güç almaya
çabalayarak bekledikten sonra, kalkıp yorgun adımlarla odadan çıkıyordu.

Sırtında, dedesinden kalma, yer yer eprimiş, beyazlığını çoktan kaybetmiş uzun gecelik entarisiyle salona gidip bütün lambaları yakıyor ve orada görmeyi beklediği karıncaları değil, şeffaf ve kaygan bedenleriyle huzursuzca kıpırdaşan ölülerini buluyordu.

Zamanın mahpuslarıydı onun ölüleri, doğduklarında önlerinde uzanan zamanın içinde sanki onları hiçbir şey durdurmayacakmış gibi yürümüşler, ölüm önlerini kestiğinde, doğumlarıyla ölümleri arasındaki zamana kısılıp kalmışlardı..."
CODE: [TUR-L] [ALTA - 18858]

Tehlikeli Masallar

"Padişahla karısının bir türlü çocuğu olmuyormuş, ne yapmışlarsa bir türlü bir çocuk sahibi olamamışlar. Bir gün yaşlı, uzun sakalları olan beyaz bir adam saraya konuk gelmiş, padişah adamı çok sevip akşam yemeğine alıkoymuş. Yemekten sonra sakallı ihtiyar "Galiba sizin meyveniz yok" demiş. Padişah hemen atılmış, "Her meyveden var, ne istersiniz?" demiş. "Yok," demiş ihtiyar, "onu söylemiyorum, galiba sizin çocuğunuz yok, onu söylemek istiyorum." Padişahla karısının gözleri dolmuş, "Çok istedik, ama olmadı," demişler. "Peki," demiş ihtiyar, "ben size bir yol göstereceğim, dediklerimi yaparsanız çocuğunuz olur. Ülkenin en ucundaki dağın tepesinde bir pınar var, baharın yaza başlandığı gece, tam sabah olurken, mehtap batmadan, güneş de çıkarken çırılçıplak o pınara girip yıkandıktan sonra, 'hayırlısı neyse olsun' deyip birbirinize kavuşacaksınız." Yaşlı adam bunları söyledikten sonra odasına çekilmiş, ertesi sabah da kimseye görünmeden saraydan ayrılıp gitmiş. Padişahla karısı, büyük bir kalabalıkla yola çıkmışlar, dağın başındaki pınara girip yıkanmışlar, sonra da çadırlarına çekilip yataklarına girmişler. Padişahın karısı, "Allahım bize bir evlat ver de nasıl verirsen ver," demiş. O gece padişahın karısı hamile kalmış. Aradan dokuz ay geçmiş. Doğum vakti gelmiş. Saraya ülkenin en ünlü ebelerini çağırmışlar. Ama sultan bir türlü doğuramıyormuş, ne yaparlarsa yapsınlar sultan bir türlü doğuramıyormuş. Kentte babasıyla ve üveyannesiyle yaşayan çok güzel ve çok fakir bir genç kız varmış. Padişah, öfkesinden karısını doğurtamayan bütün ebelerin başını vurdurtmuş. bunu duyan kötü kalpli üveyanne, saraya gidip, "Benim bir üvey kızım var, sultanı doğurtsa doğurtsa o doğurtur," demiş. Bunun üzerine saraydan adam gönderip kızı çağırtmışlar. Kız başına ne geleceğini anlamış, doğru annesinin mezarına gitmiş, annesinden akıl sormuş: "Anneciğim ben ne yapacağım, hiçbir ebenin doğurtamadığı sultanı doğurtmak için beni çağırdılar, benim de kellemi kesecekler." Tam o sırada ak sakallı bir ihtiyar peydah olmuş mezarın yanında, "Ağlama kızım," demiş, "ben sana ne yapacağını anlatacağım, dediklerimi yaparsan, kelleni kurtarırsın." Sonra kıza ne yapacağını anlatmaya başlamış. "Sultan benim dediklerimi tutmadı, hayırlısını isteyeceğine, ne olursa olsun dedi, bu yüzden de evlat yerine karnında bir yılan taşıyor şimdi, sen saraya gidince, hemen bir kazan süt isteyeceksin, sütü sultanın bacakları arasına yerleştireceksin, sütün kokusunu alan yılan da dışarı çıkacak." Kız saraya gitmiş, ihtiyarın dediklerini yapmış. Gerçekten de sultan, kocaman, kara bir yılan doğurmuş. Hemen padişaha haber vermişler. Sultan hanım ağlamış, "Ne yapacağız," diye bir zaman çırpınmışlar, sonunda "Yılan mılan, evlat evlattır" deyip yılanı kimseye göstermeden sarayın arka odalarından birine yerleştirmişler, ülkede padişahın bir evladı oldu diye şenlikler yaptırmışlar. Aradan yıllar geçmiş, arka odada bırakılan kara yılan büyümüş, bir gün padişah babasına haber göndermiş, "Ben artık evlenmek istiyorum," demiş. Padişah, ne yapsın, bir tanecik evladı. Vezirlerden birinin kızını oğluna istemiş. Düğün yapılmış, gelini gerdeğe sokmuşlar, ertesi sabah kapıyı açmışlar ki, kızın cesedi bir köşede yatıyor. Yılan kızı sokup öldürmüş. Başka bir vezirin kızıyla evlendirmişler. Yılan onu da sokup öldürmüş. Saraydaki kızlar birer birer öldükten sonra, halktan kızlarla evlendirmeye başlamışlar yılan prensi, o kızlar da ölmüş. Genç kızlar saraya gelin gidip birer birer ölüyormuş. Halk, prensin yılan olduğunu bilmiyormuş, ama prensle evlenen kızların öldüğü memlekette yayılmış, herkes kızını memleketten kaçırmaya çalışıyormuş. Bir gün yılanı doğurtan ebe kızın üveyannesi, saraya gitmiş, "Benim çok güzel bir kızım var, sultanı da zaten o doğurtmuştu, prensin dilinden o anlar, onunla evlendirin prensi" demiş. Hemen kadının evine adamlar gönderilmiş, kız babasından istenmiş, adamcağız ne yapsın, padişaha hayır diyecek hali yok ya, kızını vermiş. Bunu duyan kız öleceğini anlamış, hemen annesinin mezarına koşmuş yeniden. "Anneciğimi beni prensle evlendirecekler ama prens bir yılan. Beni de öteki kızlar gibi sokup öldürecek, genç yaşımda öleceğim," demiş. Kız annesinin mezarı başında ağlarken, beyaz sakallı ihtiyar görünmüş yeniden. "Ağlama," demiş, "yılan kılığındaki prens aslında çok yakışıklı bir delikanlıdır, dediğimi yaparsan insan haline döner, çok mutlu bir hayat sürersiniz." "Ne yapacağım?" diye sormuş kız. İhtiyar da anlatmış. "Seni gerdeğe sokacakları zaman, üstüne kırk gömlek giyeceksin. Sen odaya girince yılan sana 'soyun' diyecek, sen bir gömleğini çıkart, sonra sen de ona 'sen de soyun bakalım yılan bey,' de, o da derilerinden birini çıkartacak, sonra sana yeniden, 'soyun' diyecek, sen gene ikinci gömleğini çıkarttıktan sonra ona 'sen de soyun yılan bey,' diyeceksin, böyle böyle kırk derisini de çıkarttıracaksın, kırkıncı derisini çıkarttıktan sonra yakışıklı bir delikanlıya dönecek. Ama sakın ola ki, o bütün derilerini çıkartmadan sen soyunup kalma. O derilerini çıkartmadan soyunursan, seni çıplak görürse sokup öldürür." Kız hazırlanmış, alıp saraya götürmüşler, düğün olmuş, sonra kıza gerdeğe gireceksin demişler, kız da ihtiyar adamın dediği gibi kırk gömlek giymiş üstüne, her şey ihtiyarın dediği gibi olmuş, bir kız çıkartmış gömleğini, bir yılan çıkarmış derisini, birlikte soyunmuşlar, sonunda kırkıncı deriden de sonra yılan çok yakışıklı bir delikanlı olmuş, ikisi yıllarca mutlu yaşamışlar... 


http://members.tripod.com/pia_pia/_private/yilan.htm
http://members.tripod.com/pia_pia/_private/tehlikeli1.htm

Yalnızlığın Özel Tarihi

Yalnızlığın Özel Tarihi, mutsuz insanların arayışlarıyla dolu bir roman. Roman kişileri, tam bir sevgisizliği yaşarlar. İttihat ve Terakki kökenli Hüsrev Bey, deli dolu yaşamı içinde, sevginin yerine cinayeti koyar. Ona bakılırsa, birini öldürmek, onu sevmekten daha kolaydır. Son günlerinde şaşkınlıkla, korkarak da olsa yakalar aşkı, ama geç kalmıştır. Nermin de aşkı aramaktadır. Bir erkek, onun için acı çekmeye başladı mı, Nermin bırakır gider onu. Çünkü ona göre her aşkın kendine özgü bir özel tarihi vardır; savaşlarla, yenilgilerle, acılarla, yıkımlarla, ateşkeslerle süren bir tarih. Bu özel tarih de, büyük ve genel tarih gibi, sevinçleri ve mutlulukları görmezden gelir, yalnızca acıları, yıkımları yazar. Müberranım ise, aşk içinde olduğu halde, aşksızlığın kuruttuğu biridir; bu yüzden gizli, bastırılmış duyguların bedelini oldukça pahalıya öder. 


CODE: [TUR-L] [ALTA - 18859]

Sudakİ İz

Ahmet Altan'ın ikinci romanı olan 'Sudaki İz', ilk kez 1985 yılının ortalarında Can Yayınları arasında çıkmıştı. Büyük bir ilgiyle karşılanan roman, yedi ay gibi kısa bir süre içinde üçüncü basımına ulaşmıştı. Bu son basımın üzerinden iki ay geçtikten sonra kitap toplatıldı. Yargılama iki yıl sürdü. Sonunda İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesi kitaptaki iki buçuk sayfalık bir bölümü 'müstehcen' bularak, kitabın 'zoralım ve imha'sına karar verdi. Kesinleşmiş mahkeme kararlarını yayımlamak, yasalarımıza göre yeni bir suç oluşturmuyor. Daha sonra, işte bu güvenceyle Sudaki İz'in dördüncü basımının başına, adı geçen mahkeme kararını da ekledik. İki buçuk sayfası yüzünden kitabın bütününün sonsuza dek yok sayılmasına gönlümüz razı olmadığından ve özgür bir düşünce ve yaratım ortamının geleceğine de inanarak, 'Sudaki İz'in suçlu sayılan satırlarının üzerini siyah utanç bantlarıyla kapattık, yani suç ögesini ortadan kaldırdık ve kitabın yeni basımlarını böyle hazırladık. Mahkemenin sakıncalı bulduğu cümleleri içeren kararını da kitabın başına ekledik. Bitkisel hayata sokulmuş bir kitaba, biraz oyuncaklı da olsa, yeniden can vermenin sevinci içindeyiz. (Arka Kapak)

CODE: [TUR -L] [ALTA - 30969]
"ahmet altan’ın sudaki iz (1985) adlı romanı, tipik bir "12 eylül" romanı. "12 mart" romanlarıyla "12 eylül" romanları arasındaki en önemli içerik farkı şudur: "12 mart" romanlarında, hapislere düşen, işkenceler gören, öldürülen "devrimci" gençlere ağıt yakılırken, "12 eylül" romanlarında "devrimci" gençlere saldırılmaktadır. sudaki iz, bu tip romanların ilk örneği. okurun sağduyusunu böylesine küçümseyen, kendi kuşağından gençleri böylesine aşağılayan, egemen güçlerin kamuoyuna kabul ettirmeye çalıştıkları "devrimci prototipleri"ni (yani taşradan gelen, yalnız ve doyumsuz, hor görülen, kızlarla ilişki kuramayan delikanlılar ile şımarık, ukala, analarına babalarına kızmayı topluma başkaldırma sanan, serüven bitince sınıflarının bağrına dönen zengin veletleri.) "devrimci gençlik" diye böylesine pervasızlıkla betimleyen bir başka roman okumadım." Fethi Naci (eksi sözlük'den; kuklaci'nin Mevsimsiz dergiden alintisi)

Dört Mevsim Sonbahar

Dört Mevsim Sonbahar, 
baba, oğul, sevgili üçgeni içinde geçen olay örgüsüyle, 
roman kurgusu içinde yeni bir gerçeklik yaratmaya çalışıyor. 
Mitinglerin, gösterilerin, çatışmaların, ölümlerin oluşturduğu bir fon üzerinde gelişen kuşaklararası çatışmaları işleyen 
bu roman, aşkla, ölümle, yaşamla, edebiyatla, yazarla ve okurla hesaplaşıyor. 
Bir yandan bunların hepsiyle dalga geçerken 
bir yandan da hepsini ciddiye alıyor. 
(Arka kapak'tan)

Eşki sözlükten:

"... ödün patlıyor senin aman başkaları ne diyecek diye, istediğin hiçbir şeyi yapamıyorsun. canın başka erkekleri çekiyor, o erkeklerle olamıyorsun. namuslu oluyorsun böylece,kocasına sadık kadın oluyorsun, herkes sana saygı gösteriyor. ama kendine ihanet ediyorsun, toplum içinde rahat etmek için isteklerini bastırıyorsun, yaşamın sana bağışladığı keyiflere başkaları seni ayıplamasın diye boşveriyorsun. sen, isteklerini bastırarak en sevdiğin insana, yani kendine ihanet ediyorsun. sen hainsin be. ihanet içindesin. kendine ihanet eden biri bana neler yapmaz. sen güvenilmez birisin,güvenmiyorum sana..." onedayiwillfly

"Girişinde çetin altan'ın babadan nasihat tadında yazdığı bir bölüm bulunan kitap." copycat

" "küçükken, seni kucağımda balkona götürdüğümde, yıldızları tutacakmış gibi ellerini gökyüzüne uzattığında anlamıştım herşeyi" şeklinde, babası çetin altan 'ın oğluna yazdığı bir bölümün de bulunduğu roman. " fandango

"dört mevsim vardır ama sondur bahar, son bahardır." coup de foudre

22 May 2010

La vie est belle, mon vieux

— Dis-nous donc un poème, me dit Ziya. Je leur en lis un : Je suis communiste,
Je suis amour des pieds à la tête
amour : voir, penser, comprendre,
amour : l’enfant qui naît, la lumière qui avance,
amour : accrocher une balançoire aux étoiles,
amour : tremper l’acier avec mille peines.
Je suis communiste,
je suis amour des pieds à la tête…

J’ai traduit le poème en russe, pour Anouchka et Maroussa.
Ismail allume sa cigarette au feu de la mienne :
— Un beau poème, me dit-il, puis il se lève, il ouvre la fenêtre, le soleil pénètre dans la pièce :
La vie est belle, mon vieux, dit-il.

COTE: [FRA-L] [HIKM-38884]
(183 pages)
[Actuellement en prêt (K.S.), retour le 20 mars r 2010]

Article Larousse
Nazim Hikmet Ran, dit Nazim
Hikmet
Écrivain turc (Salonique 1902 – Moscou 1963).
Fils d'un haut fonctionnaire, également directeur de journal, il abandonna ses études supérieures à l'École navale pour raison de santé et partit, à 19 ans, pour Moscou, où, tout en étudiant la sociologie et l'économie, il connut le futurisme, Maïakovski, Eisenstein, Meyerhold. Cette période (1922-1925) sera déterminante et pour sa vision du monde et pour sa poésie. Selon les circonstances de son engagement de militant communiste, sa création littéraire connaît différentes phases. Après avoir employé le hece (vers syllabique), il devient, sous l'influence de Maïakovski, le plus grand représentant turc du vers libre (la Joconde et Si Ya-U, 1929). Tour à tour condamné, emprisonné, libéré, il publie un roman en vers (Pourquoi Benerdji s'est-il suicidé ?, 1932), suivi de Lettres à Taranta Babu (1936) et de l'Épopée du Cheikh Bedreddine (1936), avant d'être réincarcéré de 1938 à 1950 : au cours de sa détention à la prison de Brousse, il écrit une sorte de chronique du peuple turc (De l'espoir à vous faire pleurer de rage – Lettres de prison, publié en 1968), où l'évocation de l'épreuve individuelle l'emporte sur l'expression idéologique. Avec Paysages humains de mon pays (1965-1967), composé à la prison de Brousse entre 1942 et 1945, c'est la « géographie de l'âme » que le poète tente d'élaborer à travers l'évocation des luttes pour la survie et l'indépendance nationales en 1919-1922 et de la peinture de la vie quotidienne d'un pays livré à la misère et à l'oppression, en utilisant un vers libre qui enveloppe dans un souple mouvement narratif le destin collectif des obscurs héros de tous les jours. À partir de 1950, alors qu'il séjourne en U.R.S.S., il écrit des récits de voyage et évoque ses liens avec son pays natal, sous une forme poétique très inspirée par le surréalisme (C'est un dur métier que l'exil, 1957 ; le Nuage amoureux, 1962 ; les Romantiques, 1964). Il a laissé aussi des pièces de théâtre (le Crâne, 1932 ; Ivan Ivanovitch a-t-il existé ?, 1956). Longtemps considéré comme un auteur maudit, il a été réintégré dans le panthéon littéraire en 2001 et figure désormais au programme des lycées en Turquie.

Nâzim Hikmet (1902-1963) est sans conteste le plus grand poète turc du XXe siècle. Son engagement politique le conduira eu URSS dans les années vingt. De retour eu Turquie, ses prises de position contre l'injustice sociale lui vaudront d'être condamné à l'emprisonnement pendant de nombreuses années. Il mourra en exil à Moscou.
http://www.francopolis.net/Vie-Poete/nazimhikmet.htm

21 May 2010

Il neige dans la nuit

Moi un homme
moi Nâzim Hikmet poète turc moi
ferveur des pieds à la tête
des pieds à la tête combat
rien qu’espoir, moi.
...

Je suis dans la clarté qui s'avance
Mes mains sont toutes pleines de désir, le monde est beau
.

Mes yeux ne se lassent pas de regarder les arbres,
les arbres si pleins d'espoir, les arbres si verts.

Un sentier ensoleillé s'en va à travers les mûriers.
Je suis à la fenêtre de l'infirmerie.

Je ne sens pas l'odeur des médicaments.
Les oeillets ont dû fleurir quelque part.

Et voilà, mon amour, et voilà,

être captif, là n'est pas la question,
la question est de ne pas se rendre...

Extrait de "Il neige dans la nuit et autres poèmes"éditions Gallimard, 2002, page 84

COMME KEREM
L'air est lourd comme du plomb
je crie, je crie, je crie.
venez vite, je vous invite a faire fondre du plomb.

il me dit :
tu t'enflammeras à ta propre voix
et cendre tu deviendras
comme kerem tu te consumeras

tant de misere
si peu d'amis
l'oreille des coeurs est sourde
l'air est lourd comme du plomb

et moi je lui dis :
"que je brûle,
que cendre je devienne comme Kerem.
Si je ne brûle pas, si tu ne brûle pas
si nous ne brûlons pas
comment les tenèbres
mèneront-elles à la clarté..."


l'air est lourd de promesses comme la terre.
l'air est lourd comme le plomb
je crie je crie je crie.
accourez,
je vous invite a faire fondre du plomb.

Nazim Hikmet

20 May 2010

BENİM ADIM KIRMIZI

Herkesin kendi sesiyle konuştuğu,
ölülerin, eşyaların dillendiği,

ölüm,
sanat,
aşk,
evlilik ve mutluluk

üzerine,
aynı zamanda
eski resim sanatının
unutulmuş güzelliklerine

bir ağıt.


COTE: [TUR-L] [PAMU-16073]

(472 sayfa)

19 May 2010

Mon nom est Rouge

« Ultime et magnifique
paradoxe de la fiction :
faire du mensonge
un art
pour faire entendre
la vérité,
dans une société qui a changé son histoire en
mensonges » Les Inrockuptibles

COTE: [FRA-L] [PAMU-38950]
(736 pages)

Premier Prix Nobel turc, en 2006, Orhan Pamuk est né à Istanbul le 7 juin 1952 dans une famille aisée de la classe moyenne acquise aux valeurs de la République kémaliste. Son père était ingénieur, comme son oncle et son grand-père. C'est ce grand-père qui est à l'origine de la fortune familiale, en grande partie perdue par le père.

Dans sa jeunesse, Orhan Pamuk a d'abord été élève du prestigieux lycée américain Robert College d'Istanbul, avant d'étudier l'architecture et le journalisme à l'université d'Istanbul. Promis à la réussite sociale, il choisit un tout autre destin, au grand dam de sa famille. Il hésite d'abord entre différentes voies, puis il décide, à l'âge de vingt-deux ans, de se consacrer exclusivement à l'écriture. Quelques années plus tard paraît son premier roman.

De 1985 à 1988, il a été écrivain invité de l'université Columbia à New York, puis de l'université d'Iowa. Exception faite de ces séjours à l'étranger, il a toujours vécu dans le quartier européen de Nişantaşı d'Istanbul, où est située la maison de son enfance qui surplombe le Bosphore.

http://www.universalis.fr/encyclopedie/orhan-pamuk/

18 May 2010

Mémed le Mince

Sur un plateau des contreforts du Taurus, un village sous la férule d'un agha local : un adolescent, Mèmed, dit le Mince, s'est heurté à son autorité et n'a qu'une ressource : le banditisme.
Craint des riches et des oppresseurs, aimé des pauvres, il devient un personnage légendaire à travers plaines et montagnes d'Anatolie.


Yachar Kemal, de son vrai nom Sadik Gökceli, est né en 1922 dans un petit village de la province d’Adana (Cilicie), dans la plaine de Tchoukourova, qui se situe au sud de l’Anatolie.

À l’âge de cinq ans, il perd son père d’origine kurde, assassiné à la sortie de la mosquée. Auprès de sa mère turque, Yachar Kemal grandit dans la misère. Après l’école primaire, il s’inscrit au collège à Adana, mais il n’arrive pas à terminer ses études. Il est obligé de gagner sa vie comme ouvrier agricole dans les plantations de coton, dans les rizières ; il exerce divers métiers, comme garde champêtre, employé du gaz ou écrivain public.

À Istanbul, où il s'installe en 1951, il publie des reportages très appréciés sur les différentes régions du pays dans le grand quotidien Cumhuriyet (La République). Son premier recueil de nouvelles, genre dans lequel il excelle tout de suite, paraît en 1952. C’est son premier roman, Ince Memed (1955, Mèmed le Mince), qui le place d’un coup parmi les écrivains turcs les plus importants. Le roman connaît un grand succès en France puis aux États-Unis et est traduit en trente-cinq langues.

http://www.universalis.fr/encyclopedie/yachar-kemal/

17 May 2010

İNCE MEMED

Anadolu halkının
geri kalmışlığı,
cahil bırakılmışlığı,
köy hayatının sefaleti
ve ağaların tüm yöreye tamamen hakim olması üzerine
bu duruma
karşı
bir isyan öyküsüdür.

16 May 2010

Yaşar Kemal: Bir Geçiş Dönemi Romancısı

"Yıllar önce Yaşar Kemal`le yaptığımız bir tren yolculuğunda, "Her yazarın bir Çukurovası vardır" demişti bana, "Faulkner da, Kafka da, Joyce da bir bakıma kendi Çukurovalarını yazdılar."Paris–Avignon treninde karşılıklı oturmuş konuşuyorduk. Daha doğrusu o anlatıyor, ben dinliyordum. Trenin penceresinden akıp giden doğa, asfalt yollar, düzenli tarlalar (...) umurunda bile değildi Yaşar Kemal`in." Nedim Gürsel

"Bu yüzyılın olağanüstü olaylarından birini yaşadım. Çukurova`nın geçirdiği büyük değişimleri yaşamak, daha sonra bunları gözlemlemek ve yazmak fırsatı buldum. Kendimi seve seve, beraberinde getirdiği tüm sorunlarıyla eski ile yeninin bir arada var olduğu bir geçiş döneminin tanığı olarak nitelendirebilirim." Yaşar Kemal

15 May 2010

İncİ'nin Maceraları

Orhan Kemal (1914-1970), çağdaş Türk edebiyatının büyük ustalarından biri. Edebiyatımıza gerçekçi bir görüş getiren pek çok roman ve öykü yazdı. Ölümünden sonra onun adına kurulan Orhan Kemal Roman Ödülü de, yıllardır roman yazarlarının almaktan onur duydukları bir ödül oldu. Orhan Kemal, büyükler kadar çocuklar için de öyküler yazmıştı. Biz, birbirinden güzel bütün öykülerini taradık, seçtiklerimizi iki kitapta topladık. İnci'nin Maceraları adlı bu kitapta Orhan Kemal'in sekiz öyküsü yer alıyor. Aslan Tomson adlı ikinci kitabında da yedi güzel öyküsünü bulacaksınız. Okurken göreceğiniz gibi, Orhan Kemal'in öykülerindeki kahramanlar, genellikle büyük kentin yoksul insanları. Ama Orhan Kemal'in gözüyle bakınca onların ne kadar incelikli, güzel, sıcacık insanlar olduğunu göreceksiniz. Yoksul da olsalar, o çocukları çok seveceksiniz. Çünkü Orhan Kemal, insanlara sevgiyle yaklaşan bir yazar.
(Arka Kapak) 

http://www.orhankemal.org/
WHY ORHAN KEMAL? By Asli Odman

14 May 2010

Yediçınar Yaylası

Kemal Tahir’in, bir üçleme oluşturan ve Çorum çevresinde geçen “Yediçınar Yaylası,” “Köyün Kamburu” ve “Büyük Mal” adlı romanları; Tanzimat’ın ilanından Atatürk’ün ölümüne kadar geçen dönemde, üç ayrı nesil çevresinde, toplumdaki sosyal gelişmelere uygun olarak değişen mülkiyet ilişkilerinin, toprak ağalığı düzeni ve eşkıyalik hareketlerinin gerçek yüzünü anlatır. Kemal Tahir’e özgü yaratıcılık ve dehayla dolu bu romanlarda, dahiyane bir biçimde üsluplaştırılmış Çorum ağzıyla, geleneksel halk hikayeleri ve meddah anlatımından yararlanılarak, Tanpınar’ın deyimiyle, büyük bir dil makinesi üretildiği görülürü.
(Arka kapak)

“Yarım yamalak bilgili kafama bir çok kocaman meseleler yığdılar. Kant, Descartes, Nietzsche, Engels hatta Marks bomboş kafamda koşmaca oynuyorlar. Demokrasi, liberalizm, komünizm, bolşevizm, faşizm, hitlerizm, emperyalizm fır dönüyor etrafımda. Gözleri yeni açılan anadan doğma bir kör gibiyim(…) Sınıf kavgalarının korkunç meydan muharebesine seyirci kalmak, muayyen bir cephenin üniformasını giymemek hakkına bile malik değilmişim. (Oportünist denilen şaşkınların arasında durduğun yeter!) diye haykıran inandırıcı bir ses duyuyorum.” Kemal Tahir

“Bir neslin yüz akıdır Kemal Tahir. Türk düşüncesine ufuklar açmıştır. Türk romanının en yiğit, en güçlü, en büyük temsilcisidir. Belki de çağdaş romanın demeliydim...” Cemil Meriç

COTE: [TUR-L] [TAHI-39606]
(367 sayfa)
TCKBZA 41

Kemal Tahir Kitapları

Kemal Tahir 100 yaşında

13 May 2010

Kasaba

Hayatın bana sunduğu, benim de başka seçenek aramadan kabul ettiğim yılların ardından, neden paramparça olduğumu düşünürken yazmaya yeniden başlıyorum. Sana, kaybedilmiş zamana, vazgeçmeyen ya da ölen arkadaşlara değil, kendime borcumu ödüyorum.

Sen, koşmaya alıştırdığın bedeninle çoktan patlamış tufana aldırmadan, farkında olmadan, kaldığın yerden devam ediyorsun; uzaklıkların büyüttüğü aşkın kitabında yazanlara inanıyorsun.

Galiba haklısın; çünkü korkunun bize öğretilenlerden, inanmayıp kendi öğrendiklerimizden başka anlamı da var; hayatımıza dokunulmamasını istemek gibi.

Ne söyleyebilirim sana? Yolun ya da oyunun açık olsun!

Arka kapak

COTE: [TUR-L] [UZUN-39208]
(136 sayfa)


SÖYLEŞİ / Erkan Uzunalioğlu

11 May 2010

Yolpalas Cinayeti

Halide Edib Adıvar’ın 1936 yılında Paris’te kaleme aldığı bir cinayet romanı, Yolpalas Cinayeti. Bu kısa roman, Adıvar’ın güçlü anlatımını göstermesi bakımından son derece değerli. Kitap, 1900’lerin başında Şişli’de bir konakta işlenen bir cinayetin görüldüğü dava ile başlıyor ve o yılların İstanbul’una dair gözlemler eşliğinde anlatılıyor. Dönemin İstanbul’unu, kentte yaşayan aydınların Türkiye’ye ve Avrupa’ya bakışlarını, yeni yeni bilincine varılan sınıf çatışmalarını gözler önüne seriyor.
"Duygusallıkla yaklaştığımız romanlar vardır; Yolpalas Cinayeti benim için onlardan biri. Halide Edib Adıvar’ın en güçlü eserlerinden mi? Sinekli Bakkal kadar ünlü, Kalb Ağrısı kadar ince ve duyarlı, Handan kadar çarpıcı mı? Bunları bilemem. Ama Yolpalas Cinayeti’nin derin etkisi altında kaldığımı, yıllar yılı ondan izdüşümlerle yaşadığımı mutlaka söylemeliyim." SELİM İLERİ

10 May 2010

Hafız ile Semender

Sadece Türkçe bildiğinizi varsayalım; insanın en iyi bildiği kendi anadilidir. Sonuçta ben Türk şiiri ve Türkçe’nin büyüsü ile yetiştim. Hiçbir şey yazmasam daha da iyi olurdu aslında. Eski şiirimiz, Divan şiiri, Tasavvuf şiiri, Tekke şiiri, Halk şiiri olsun, hala çözemediğimiz pek çok sırlarla dolu. Cumhuriyet dönemi şiiri de öyle. Şimdi yazan 20 yaşındaki genç bir arkadaşa kadar pekçok özenirken, şiir yazmaya çalışmak aslında biraz kendini yormak demek. Şimdiki aklım olsaydı şiir yazmazdım. Bu işe bulaşmazdım.

Çünkü gerçekten çok iyi filmler izliyorum ve ne güzel yapmışlar deyip, alkışlıyorum. Şirimize de öyle bakıyorum. Dergilerde, kitaplarda okudukça içim ısınıyor. Beni şiir yazmaya biraz da onlar kışkırtıyor aslında. Okur olmak kışkırtıyor. O yüzden ben büyük şair, hele iyi şair olmaktan çok iyi bir şiir okuru olmak konusunda iddialıyım. 10 yaşında başlamıştım. Allah’a şükür, 41 senedir iyi bir şiir okuruyum.

Ben de onun için söyledim, belki 42 demem gerekirdi. Şairler azınlıktadır; dünyada da azınlıktadır. Çok iyi, çok büyük şairler dünyada da azınlıktadır. Türkiye’de de iyi şairler var. Büyük şair başka bir şeydir. Türkiye’ye de az gelmiştir, başka dillerde olduğu gibi. Nazım Hikmet uzun süre okunmadı, yasaklıydı ama şimdi külliyatın bütününe baktığımızda, insan sadece Nazım Hikmet’i okuyarak bile bütün ömrünü geçirebilir. Böyle olsun demiyorum ama, şiirini her seferinde okuduğum zaman... 1929’larda yazılmış şiiri bugün yazılmış gibi. Bugünün meseleleriyle doluymuş gibi hala taze. Öyle güçlü bir şiir var. Birbirini etkileyip gelen pekçok kuşak var. Ben kendimi bunların yanında tabii ancak “şiir yazarı” olarak görebilirim.
"Sadece Nazım’ı okuyarak ömrümü geçirebilirim" NTV-MSNBC KüLTüR SANAT EDEBiYAT

Haydar Ergülen est l'un des importants poètes de la génération récente contemporaine de la littérature turque. Né en 1956 à Eskişehir, il est diplômé du Département de sociologie à Orta Doğu Teknik Üniversitesi (Middle East Technical University) à Ankara. Parmi ses livres de poésie publiés : "Sokak Prensesi" (Rue de la Princesse/ 1991), "Eskiden Terzi" (Une fois un tailleur), "40 Bir şiir ve" (40 poèmes et One/ 1997), "Karton Valiz" (Valise en carton/ 1999). Avec "40 poèmes et One", Ergulen a remporté en 1997 le prestigieux prix " Behçet Necatigil Poetry Award " ainsi que le" Orhon Murat Arıburna Poetry Award ". Pour certains de ses livres, il a utilisé le nom de plume "Hafiz".

Radikal Arşivinde 308 tane Haydar Ergülen köşe yazısı
Star
Arşivinde Haydar Ergülen yazıları