24 May 2010

YİNE DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ YİNE TÜRKİYE

Çoklukta Yokluk  
Adalet Ağaoğlu
Hayatla inat olmaz. Elbette zaman kendi yasalarıyla her şeyi halleder, ama sorunların halini zamana bırakmak, bize kızıl at dedirtmedikleri günlerle bugün arasında ecelleriyle ölmeyen binlerce, düşünceleri yüzünden karardık duvarlar arasına atılmış kimbilir yine kaç yüzlerce kişinin acısını, 'onlar hiç olmamışlar gibi' yüreklerde kolayca taşıyabilmek demek.
Düşünceyi ifadede ve kendini geliştirmede sahici özgürlükler isteyenlerin yapamadıkları ve olamadıkları şey bu.
'Fikrimin İnce Gülü' romanımı, devletin güvenlik güçlerine ve orduya güveni sarsmaktan ötürü toplatan, beni mahkemeye veren de aynı devlet, aklayan, aradaki zararı ödemeyen de. Hangi canın bedelini ödediler ki, sıra buna gelsin?



Caniler Çağı
Ahmet Altan
Bu ülkede her gün ne kadar çok genç insanın öldüğüne aldırmıyoruz bile, askere
gönderiyoruz, ölüyorlar; dağlara çıkıyorlar, ölüyorlar; gözaltına alınıyorlar, ölüyorlar; sokakta yürürken enselerine bir kurşun sıkılıyor, ölüyorlar.
Gençler ölüyor, ihtiyarlar nutuk atıyor, ihtiyarlar nutuk attıkça gençler daha çok ölüyor; ihtiyarların zehirli konuşmalarındaki her sözcük bir mermiye dönüşüp bir genci vuruyor. Çocuklarımızın yarısını 'şehit' yarısını 'hain' olarak ölüme gönderirken, gazete köşelerine, parti tepelerine, yönetim zirvelerine tırmananlar her gün vatanseverlikten söz ediyorlar, onlar vatanlarını sevdikçe gençler ölüyor ve birileri bu ölümlerden inanılmaz paralar kazanıyor. Vatanseverlik diyorlar uyuşturucu kaçakçılığı artıyor, vatanseverlik diyorlar silâh kaçakçılığı tırmanıyor.
Vatan sevgisini ölüme ve paraya bağlamış bu vatanseverleri gördükçe Bernard Shaw'un sözleri geliyor insanın aklına: "Unutmayın ki," diyor bu asi ihtiyar, "her alçağın son sığınağı vatanseverliktir."

Düşünce Özgürlüğü Temel Bir Haktır
Akın Birdal 
Bir ülkede 21. yüzyıla girerken düşünce özgürlüğünden sıkça söz ediliyorsa, orada ciddi bir rejim ve yönetim sorunu yaşanıyor demektir. Bireylerin, grupların ya da toplulukların düşünmeleri, düşüncelerini açıklamaları, yaymaları yasaklanıyor ve cezalandırılıyorsa, o ülkenin demokratik hukuk devleti olduğunu kimse ileri süremez. Olsa olsa o ülkede herkesin bilmesinin istenmediği birşeyler baskı ve otorite ile gizleniyor demektir. O bireyler ezilen ise, aşağılanan ve ezilen cinsiyet ise ve o grup ve topluluklar ezilen bir sınıf ve halk, ya da etnik grup ve azınlıklar ise ve ezilenlerin 'cümlesi' buna karşı çıkıyor ve karşı çıkışlarına baskı, tehdit ve öldürümlerle karşılık veriliyorsa, o ülkede çok daha ciddi düşünülmesi gerekiyor. Öldürümlerin çeşit çeşidi, işkencede, gözaltında kayıplarla yargısız infazlarla ve kontrgerilla eliyle sıradanlaşmıştır.
Düşünceniz, sözünüz muhalifse, insandan ve halklardan yanaysa, 'bireyin ve toplumun özgürleşmesindense, emeğin ve emekçilerin kurtuluşundansa, sizin düşünceniz yasaklanmalıdır, etkisizleştirilmelidir ya da susturulması için her yola başvurulmalıdır. İşte Türkiye'de yaşanılan budur.
...
ANAP'ın 1989-91 döneminde faili meçhul cinayetler 41 iken, bu dönemde 1339 oldu. Aynı dönemde işkencede öldürümler, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar beş misline; yakılan, boşaltılan, yıkılan köy sayısı 15'ten 2470'e çıktı. İnsanlar, evler, köyler, ağaçlar, hayvanlar yakıldı. Kürt halkının tarih, doğa ve kültür mirası yerle bir edildi. Üç milyona yakın insan, evinden toprağından sökülüp atıldı. Bu dönemde, önce muhalif olan sivil toplum örgütleri etkisizleştirildi. Tepkileri günü geçirmeye yöneltildi. Güçlü bir işçi sınıfı muhalefeti bırakılmadı. Medyanın, ciddi bir baskı unsuru olma ve iktidarı uyarma işlevi tam tersine çevrildi. Devletin ve kamunun kaynaklan kendi egemenlikleri ve kişisel iktidarları için kullanıldı. Toplumun ve ülkenin yararına olmayan düzenlemeler, yararınaymış gibi gösterildi. Yapılanın, edilenin gizlenmesi sağlandı. Militarizmin denetimde, üniformasız köşe yazarları türetildi. Muhalif kişi ve örgütlere, siyasetçilere azgınca saldırtıldı. TBMM, hükümeti ve muhalefeti ile başı bozuk rejimin ve krizin kaynağını oluşturdu. Yargı, ulusal üstü hukuku yok sayarak, önce karşı çıktıkları darbe Anayasasına sığındı. Yerüstü ve yeraltı kaynakları yerli ve yabancı tekellere peşkeş çekilerek onların da tepkileri kırılmaya çalışıldı. Türkiye'nin üyesi bulunduğu topluluklardan dışlanmaması için akıl almaz ödünler verildi. Yeni dünya düzeninde kendilerine biçilen rol başarılı biçimde yerine getirildi. Terör bahanesi ile demokratik, siyasi, insanî ve etik değerler yerle bir edildi, çürütüldü. Gazete büroları bombalandı, gazeteciler, yazarlar, milletvekili ve insan haklan savunucuları öldürüldü. Kitaplar, gazeteler toplatıldı. Hak, bilgi edinme, haber alma ve gerçeği öğrenme hakkından yoksun bırakıldı.
Yüz binlerce işçi, işinden edildi; çalışma hakkı kullandırılmadı, açlığa ve yoksulluğa terk edildi. Sonra susacaksınız denildi. Susmayanlar tehdit edildi, korkutulmaya çalışıldı, olmadı, insanlık dışı yollara başvuruldu; sürüldü, işsiz bırakıldı, cezaevlerine tıkıldı, öldürüldü.
Bir halkın varlığı reddedildi, yok sayıldı. Biz varız diyen çocuğu, kadını, çalışanı, yazarı, politikacısı Türkiye'den silinmek istendi. Bir halkın kendi kimliğiyle yaşamak, kendi diliyle konuşmak isteyişinin üzerine yasaklarla, korucusu ile, özel timi, jandarması ve polisiyle acımasızca yürüdü. Ve sonra da bunlar görülmesin, duyulmasın ve konuşulmasın istendi. Bu vahşeti gören, duyan, konuşan ve herkesi görmeye, duymaya, konuşmaya çağıranlar 'vatan haini', 'bölücü' ilan edildi. Böyle bir ülkede düşünülmez de ne yapılır? Böyle bir ülkede konuşulmaz ve savaşım verilmez de ne yapılır. 

Türkiye'nin Kanına Ekmek  
Yaşar Kemal
1946'da tek partili düzenden çoğulcu demokrasiye geçtik. Demokrat Parti kuruldu. Ardından da başka partiler. Demokrat Partiyi kuranlar tek partili düzenin adamlarıydı ve içlerinde cumhuriyeti kuranlardan da birçok kişi vardı. Bunlar tek parti devrinde gıklarını çıkarmamışlar, en küçük bir savaşım vermemişlerdi. Tek parti devrinin bütün baskılarına ön saflarda katılmışlar, Türkiye'nin halklarına kan kusturmuşlardı. Bunlar 1946'dan 1950'ye kadar, yönetimi ele geçirmek için tek parti devri için öylesine konuşmuşlardı ki, sanki bin kat ağırlıklı bir cehennemde yaşamıştık. Söylediklerinin hemen hepsini de halk yaşamıştı. Onlar diyorlardı ki, ey halk, bu tek parti, tek şef yönetimi seni aç koydu, seni çıplak bıraktı. Hastasın doktor yüzü görmedin, sıtmalısın sıtmadan sapır sapır döküldün. Anadolu bir çocuk mezarlığı oldu.
Vergiler, angaryalar, hele de yol vergisi senin kanını kuruttu. Aç kaldığında da yabancılarından başka yiyeceğin olmadı. Şeker yüzü görmedin. Kimi Demokrat Partililer, ellerinde şeker küpleri halka gösteriyorlar, kürsülerden bunun adı nedir, diye alan alan, kasaba kasaba halka şeker gösteriyorlardı. Daha da korkunç yoksulluk tabloları çiziyorlardı. Gene alanlarda, kasaba kasaba, il il, köy köy dolaşarak bağırıyorlardı: Candarma işkencesi görmemiş, dayağı yememiş, angaryaya gitmemiş, yol parasından hapse girmemiş köylü varmıdır, diye soruyorlardı.
...
Türkiye ne yaptı yetmiş yıldır, bütün hakları, Türk halkından da daha çok ellerinden alınmış olan Kürtler, çok yumuşak da olsa, direnime geçti Türk halkından önce. Ve birtakım Kürt gençleri dağlara çıktı. Dağlardaki Kürtlerle ordu çarpışmaya başladı. Sonunda durum öylesine azıttı ki, sivil Kürt halkının üstüne yürütüldü ordu. Bir general, "Bana hükümet izin versin doğuda taş üstünde taş koymam, o topraklarda ot bile bitirmem," dedi. Ordunun başgenerali de "Balığı yakalamak için suyu kurutmak gerek," fetvasını verdi. Suyu kurutmanın ne demek olduğunu bütün dünya biliyordu. Dünyanın gözleri önünde büyük bir trajedi oynanmaya başladı. İki bin köy yakıldı, iki buçuk üç milyon insan topraklarından sürüldü. Bunlar, büyük şehirleri gecekondularla doldurdular. Aç çıplak, hasta bir insan kitlesi oluştu. Demokrat aydınlar, Türkiye'nin bölünmemesini isteyenler, aman etmeyin eylemeyin suyu kurutmakla hiçbir şey elde edemeyiz, dediler. Bunu diyenleri de suyu kurutmak isteyenler hapsettiler. Oynanmak istenen trajedinin perdesi, ister istemez kalktı, trajedi artık insanların gözleri önünde güpegündüz oynanmaya başladı. Ve yüzyıl tarihinin büyük zulümlerinden biri, yirmi birinci yüzyıla, yani adı şimdiden konmuş, İnsan Hakları Yüzyılı'na girilirken ülkemizde oluştu. Bu olayları insanlık hiçbir zaman bağışlayamayacaktır. Bunca zulüm niçin yapıldı? Ülkemizin birlik ve bütünlüğünü korumak için! Bu çok yanlıştı. Ülkenin birlik ve bütünlüğü böylesi yollarla korunamaz, olsa olsa ancak ülke bölünürdü.

Yalanlarla Zehirlenmiş  
Orhan Pamuk
Anadolu mutasavvıflarının sık sık kitaplarına aldıkları eski mi eski bir hikâye vardır, severim. Aklı başında genç bir köylü rastlantıyla karşılaştığı bir bilgeden kehanet gibi gözüken bir gerçeği öğrenir. Yaşadığı köyün suyuna bir çeşit zehir karışmıştır, bu sudan içen herkes aklını kaçıracak, delirecek, ipe sapa gelmez lâflar etmeye başlayacaktır. Genç köylü, bilgeden öğrendiklerini köye yayıp kardeşlerini, dostlarını uyarmaya çalışırsa da kimseyi inandıramaz. Kendi başının ve aklının çaresine bakmak zorunda olduğunu anlayınca köyünü terk eder. Bir süre sonra meraktan köyüne geri döndüğü vakit, bilgenin öngördüğü gibi, bütün köyün sudan içip aklını kaybettiğini görür. Herkesin ipe sapa gelmez bir dille konuştuğu köy hayatına gene de alışmaya çalışır. Ama kahredici olan, şimdi bütün köylülerin kendi dilini ipe sapa gelmez bulması, ona deli muamelesi yapmalarıdır. Bir süre sonra bu öyle dayanılmaz hale gelir ki, köyün aklını ve dilini bozan pınardan kendisi de kana kana içer.
Kürt sorunu ve son olarak Kuzey Irak'ın Türk ordusunca işgali konusunda Türkiye kamuoyunda duyulan sesler, kullanılan kelimeler ve son on yıl boyunca yaygınlaşarak bütün Türkiye'ye hâkim olan bir dil bana bazan bu eski, sevimli ve korkutucu hikâyeyi hatırlatıyor. İpe sapa gelmez bir dille konuşan vatandaşlarım arasında kendimi yalnız hissettiğim için değil, hayır!
Çünkü her ne kadar tekseslileşen basın ve medya yüzünden ve devletin acımasız baskılan yüzünden sesleri hiç işitilmese de Türkiye'de Kürt sorununun bombalarla, tanklarla, kanla asla çözülemeyeceğini söyleyen küçük de olsa aklı başında bir muhalefet var. Bana bu tasavvuf hikâyesini hatırlatan şey, baskıdan, şiddetten, ezip geçmekten başka bir yol bilmeyen hükümetler yüzünden bütün Türkiye'nin artık yavaş yavaş zehirleniyor olması, aklını kaçırıyor olması ve devlet kaynaklı bu zehrin ve şiddet çılgınlığının konuştuğumuz yazdığımız dile dehşet verecek kadar sinmiş olması.

Şiddet ve Kültürel Diyalog
Mehmed Uzun
Yıl 1976. Yaprakların bile kımıldamadığı sıcak bir gün. Sıcak, havasız, yarı karanlık ve kasvetli geniş bir salon. Salon, her gün bir yığın 'devletin güvenliğini ilgilendiren' davaya bakan Devlet Güvenlik Mahkemesi salonu. Ben yargılanıyorum. Tutuklu bulunduğum cezaevinden, kelepçelenerek, asker gözetiminde, havasız bir hapisane arabasıyla getirilmişim. Oldukça geniş salonda ben sanık sandalyesinde oturuyorum. Karşımda, yüksekçe bir yerde ikisi asker, üçü sivil, beş yargıç oturuyor. Onlardan biraz uzakta da, aynı yükseklikte, savcı oturuyor. Savcının karşısına gelecek yerde de iki avukat, beni savunmak üzere, oturuyorlar. Arka sıralarda da davayı izlemek için gelmiş birkaç yakınım ve dostum oturuyor. Yaşlı başyargıç oldukça sevimli, bana bakıp bakıp gülümsüyor. Ancak yargıçlar benimle savcı arasında süren konuşmaya katılmıyorlar, sadece dinliyorlar. Terliyorum, üzerimde sadece kısa kollu, ince bir gömlek olmasına rağmen durmadan terliyorum. Kürtçe Türkçe yayın yapan bir aylık derginin yönetmenliğini yaptığım için tutuklanıp cezaevine gönderilmişim. Savcı da hazırladığı iki sayfalık iddianamesinde, benim bölücülük yaptığımı, olmayan bir halk, dil ve kültürden, Kürtlerden söz ettiğim için halkın bir bölümü¬nü tahrik ettiğimi ve cezalandırılmam gerektiğini iddia ediyor. Ben de hazırladığım 70 sayfalık bir yanıtla, savcının iddialarının yersiz ve anlamsız olduğunu açıklamaya çalışıyorum. Davanın hukukî yanından çok da, Kürtlerin varlığını, dil, kültür ve edebiyatlarının varlığını, tarihi belge ve bilimsel verilerle göstermeye, anlatmaya çalışıyorum. Bana en çok sıkıntı veren, beni en çok üzen ve utandıran da bu: körlerin bile görebildiği, sağırların bile duyabildiği binlerce yıllık gerçekleri tekrarlamak, kanıtlamaya çalışmak. Yaptığım iş, aslında gülünç; o salonun ağır ciddiyeti ve genişliği kadar gülünç. Sadece gülünç de değil, aptalca. Bunu fark ediyorum. Ancak bunu yapmak, kendimi savunmak zorundayım. Kürtçe yazdığım, Kürt kimliğini, dilini, kültürünü, sanat ve edebiyatını korumaya çalıştığım ve savunduğum için tutukluyum ve cezalandırılacağım. Tüm çirkinliğine ve ilkelliğine karşın kendimi savunuyorum. Ancak hiçbir konuda savcıyı ikna edemiyorum. Beni dinliyor, notlar da alıyor, ancak değişen bir şey yok. Benden sonra avukatlarım da, hukukî yanları da ekleyerek, benim söylediklerime benzer şeyler söylüyorlar. Savcı, onları da dinlemiyor. O sıcakta, bunalarak çok basit gerçekleri söylemeye çalışıyoruz. Ama olmuyor. Savcıyla herhangi bir iletişim kurmak, bir diyalogun yolunu açmak mümkün olmuyor. Savcı, iddianamede yazdıklarını tekrarlıyor: Türkiye'de Kürtlerin varlığını söylemek, Kürt kimliğini savunmak, Kürtçe yazmak, Kürtlerin kültürel ve insanî haklarını talep etmek suçtur. Kürtler, Türktür. Kürtçe, Türkçedir. Mantık, aşağı yukarı bu... Bir ara, dayanamayarak savcıya hitaben, Kürtçe konuşmaya başlıyorum. Günlük birkaç cümleyi art arda sıralıyorum. Ve savcıya Türkçe "Anladınız mı?" diye soruyorum. Yanıt vermiyor, ama anlamadığı kesin. Sadece boş  gözlerle bana bakıyor. "İşte bu benim dilim," diyorum, "kendim seçmediğim, ama içinde doğduğum, öğrendiğim, büyüdüğüm ve kendimi ifade ettiğim anadilim..."