30 Oca 2010

Dünya Hepimize Yeter

Sarkis Çerkezyan

Sarkis Çerkezyan, doğruluğa, ilkeli olmaya adanmış bir yaşam...
Tehcir yılları, Suriye çöllerinde yaşama merhaba deyiş,
baba diyarı Karaman'a dönüş, Ereğli ve derken ver elin İstanbul...

Sarkis Usta, marangoz, bir yaşam ustası, bir öğretici, bir bilge...
 


Toplumsal eşitlik ve kardeşlik uğruna verilen tutarlı, kesintisiz bir
mücadelenin öyküsü onun anlattığı...

O aynı zamanda, "yaşamda kalanların" hikayesini anlatıyor,
tarih durmuyor ve devam ediyor, onun öyküsüyle...

29 Oca 2010

Kürtler, Türkler ve Araplar

C.J. Edmonds
" Bu kitabın çevresini Büyük Britanya ve Türkiye arasında cereyan eden Musul sorunun diplomatik tarihi oluşturmaktadır; ancak bir siyasi subay olarak görev yaptığım bu tartışmalı topraklara ilişkin aktardığım kişisel deneyimlerimin bu çerçeveye kurgusal anlamda bir zenginlik kattığını ve salt bir tarih aktarımı olmanın ötesinde Güney Kürdistan'ın toplumsal ve coğrafi yapısına ilişkin bir resim ortaya koyduğunu düşünüyorum."
C.J. Edmonds

23 Oca 2010

ÖTEKİ RENKLER

Öteki Renkler yazarın çocuklukanılarından mutluluk saatlerine, romanlarını nasıl yazdığından gezinotlarına, sevdiği yazarlar ve kitaplar hakkında eleştirilerindenkişisel itiraflarına, şikâyetlerine, siyasi öfkelerine, kültür vegündelik hayat konusundaki heyecanlarına uzanıyor ve Orhan Pamuk’unyalnız romanda değil, düzyazıda da ne kadar usta olduğunu kanıtlıyor.Yirmi beş yıldır yazdığı düzyazılardan, tuttuğu defterlerden, yaptığıröportajlardan yapılan bu titiz seçmede Pamuk, zaman zaman eğlenceli,kışkırtıcı, çözümleyici olan bir dille kızı Rüya ile arkadaşlığını,bayram ziyaretlerini, sigarayı bırakışını, gençlik bunalımlarını,yazarın günlük hayatını, sinema zevkini, Boğaz’daki eski yangınları,bildiği İstanbul’u, yalnızlık ve mutluluk üzerine takıntılarını,toplumun ve kendisinin korkularını ve paranoyalarını anlatıyor;Dostoyevski’den Tanpınar’a, Kemal Tahir’den Oğuz Atay’a pek çok yazarve kitabı tartışıyor; roman kuramı ve tarihi roman, Doğu ve Batı,milliyetçilik ve Avrupa konusundaki düşüncelerini açıyor. Bir çocuğungözünden anlatılmış ve Nişantaşı’nda geçen Pencereden Bakmak adlı uzunhikâye ile birlikte bu kitap Orhan Pamuk’un renkli dünyasını daha daderinleştirip genişletiyor.

"Pamuk dünyanin en iyi yazarlarindan biri."
-The New Statesman, Ingiltere-
.
(Arka kapak)

COTE: [TUR-L] [PAMU-38951]
(440 sayfa)

D'autres couleurs

D'autres couleurs nous plonge dans l'univers intellectuel et culturel,mais aussi intime d'Orhan Pamuk. Dans ces soixante-seize essais,discours ou récits, le romancier turc nous parle de son enfance àIstanbul, de l'obtention de son premier passeport ou de la mort de sonpère. Il se livre à une brillante analyse de la politique turque ausens large et de la place de la Turquie par rapport à l'Europe. Il seremémore également le tremblement de terre d'Izmit en 1999, sa peur, etles catastrophes liées au passage des pétroliers dans le Bosphore. Dansla partie consacrée à la littérature, Pamuk évoque ses lectures etl'importance de certains auteurs dans son parcours, puis revient surl'écriture de ses propres livres. Le récit intitulé « Regarder par lafenêtre » complète le recueil par une très belle évocation del'ambiance familiale et de la figure du père. Ce dernier est égalementau centre du discours de réception du Prix Nobel. Cet ensemble detextes dessine un extraordinaire portrait d'Orhan Pamuk, retraçant pourle lecteur le parcours d'un grand écrivain.

16 Oca 2010

IRAZCANIN DİRLİĞİ

Irazca şu dünyaya geldi geleli gün yüzü görmemiştir.
Dertli mi dertlibir kadındır; üstelik genç yaşta dul kaldığından kadınlığını dabilememiştir.
Geçimdi, çocuktu, sonra torundu derken sırtı doğru düzgünyumuşak bir yatağa değmemiştir.
Yetmezmiş gibi, köyün muhtarı Cımbıldak Hüsnü ile Haceli’yi ev yeri yüzünden düşman beller kendine. Evişi halloldu, sular duruldu derken, anlar ki, su uyurmuş ama düşmanuyumazmış.

Bu sefer torunu Ahmet’e kötülük eder düşmanlar; oğlu Bayramölümlerden döner. Yitirir bir bir dayanaklarını... ve zavallı Irazca’nın ne dirliği kalır ne düzeni.
(Arka kapak'tan)

[TUR-L] [BAYK-38815]
(287 sayfa)

10 Oca 2010

SICAK KÜLLERİ KALDI

'Siyasalroman' tartışmalarının orta yerine düşen ve noktayı koyan bir roman.Polisiye roman sürükleyiciliğinde, belgesel ilginçliğinde, şiirtadında, gerçek bir roman. Dünyanın ve Türkiye'nin son kırk yılınınfonunda; İstanbul'dan Moskova'ya, Paris'ten Ankara'ya, Anadolu'dandünyaya açılan bir coğrafyada; elçilik rezidanslarından işkenceodalarına, morglardan eski bahçelere, üzüm bağlarına, üniversitelerdenfabrikalara, gecekondulardan konaklara, yalılara uzanan bir ortamda;devletin üst kademelerinden, siyasetçilerden, diplomatlardan, sermayekesiminden, gizli servislerden, işçilerden, sendikacılardan, örgütliderlerinden, gazetecilerden, militan gençlerden kahramanlarıyla OyaBaydar, bu çok boyutlu romanında tutkuyu, aşkı, gücü ve güçsüzlüğü,devleti ve iktidarı tartışıyor. Yakın tarihimizin en sıcak yıllarının ekseninde, gerçek olayları, yaşanmış acıları, kayıpları, daha belleklerde tazeyken, izleri silinmemişken, derine inerek, ustalıklıanlatımıyla kurgusuna katıyor, paylaşıyor. Sıcak Külleri Kaldı, kırkyılın yangınlarının, sevgilerde, dostluklarda, aşklarda, tutkularda,inançlarda, devrimlerde tutuşturduğu ateşlerin arta kalan sıcakküllerinin romanı. 'Siyasal', ama 'Roman'.

Savaş meydanından cesetlerin üstüne basarak kaçmak,sellerinönünden yıkıntıların üstünde yükselerek kurtulmak mı haklıçıkmak?İktidardaysan ve güçlüysen haklı çıkarsın;kendini de haklısanırsın.Haklılığından kuşkuya kapılırsan gücünü ve iktidarıkaybedersin.Bu kadar basit işte. ...
İktidaroyununda,haklı-haksız,doğru-yanlış,iyi-kötü,ahlaklı-ahlaksız ikilemlerine yer olmadığını,iktidarın kendine özgü etiğinin,tanımını iktidara sahip olmakta bulduğunu,amacın araçları haklı kıldığınıöğrenmiş ve ilke olarak benimsemişti.İnsanın içinin kolay kolaykaldırmadığı,midesini bulandıran,kafasını karıştıran işler olur bazen.Amaca varmak için gerekliyse içine sindirirsin. ...
Uçurumun öte yanına geçen ilk karınca hikayesini hatırlıyormusun?Karınca sürüsü uçurumun kenarına kadar gelir ve karıncalar birerbirer uçuruma düşmeye başlar.Milyonlarca,milyarlarca karınca düşe düşeuçurum dolar ve sonra bir gün,bir karınca diğerlerinin doldurduğuçukuru aşıp karşı tarafa ulaşır,ardından da geriye kalan bütünkarıncalar. ...

Orhan Kemal Roman Ödülü 2000

Suya Seng

"1972 yılını kimi ana romanları okumaya ayırdıydım" diye başlıyor söze ve: "72 güzünde, kendi kendime Musil'in Niteliksiz Adam'ını okumaya karar verdiğimde, Bilge zarif bir biçimde bunun "erken"olduğunu ima etti; anladım ve tepki verdim: "Ne yani", dedim, "benim Musil'i anlayamayacak bir durumda mı olduğumu düşünüyorsun?" Sabırlı üslubuyla, 'hayır' dedi, 'öyle düşünmüyorum...' (s.5) cümleleriyledevam ediyor, anlatının devamı, taze okurlar için ciddi bir dersbarındırıyor.
Suya Seng, bir yandan, okuma ve yazma serüveninde kendine yer açmaya çalışanlar için yukarıdakine benzer ayrıntılar barındırırken, diğer yandan da edebiyat dünyasına yöneltilen birçok eleştirel noktayı daiçeriyor. Tahsin Yücel, Murathan Mungan, Tomris Uyar, Murat Belge ve daha pek çok isim satır aralarındaki yerlerini alıyorlar ancak, bu bölümlerin kitabın ana eksenini oluşturmadığını bir kez dahabelirtmekte yarar görüyorum.
yage1497

Sözcükler



Türk şiirinin zirvelerinden biri olan Melih Cevdet Anday'ın şiirevrenini tanımak için mutlaka Sözcükler'in kapısından geçmek gerekiyor.Sözcükler, Melih Cevdet Anday'ın bugüne dek kitaplaşmış ve kitaplarınagirmeyip dergi sayfalarında kalmış tüm şiirlerini içeren bir derleme.

İstanbul'da Bir Merhamet Haftası

Ben olmamış bir kahraman emeklisi, ben bir kırmızı çarpı, ben uygunadım serseri, bir gençlik düşü, ben bir yanılgılar bileşimi, ben: yeribelli olan; geçip gidiyorum şehrin içinden. Hayatın akışınaaldırmıyorum. Çünkü ben suskunluk ve unutuşun sivil ifadesiyim. AslındaPromete'nin ciğerini söken kartal olmalıymışım. Promete olamadıktansonra... (Arka kapaktan)
[TUR-L] [GULS-38629]
(256 sayfa)

Önce Ben Onu Öldürdüm

... Her evin içindekendi güzellikleri. Her ev için, en güzeli kendi içi. Oysa evdeyürünmez ki Evde oturulur. Evde, dıştan bakınca oturaklı bir yaşamsürülür. ...
(Arka kapaktan)


[TUR-L] [YASA-38628]
(95 sayfa)

Har

... Türkolmasına rağmen, ilk romanına ad olarak 'çekiç gibi bir tonu olduğuiçin' Kürtçe 'tol' kelimesini seçmişti Uyurkulak. Har'da da benzer birdurum var. Türkçede "alev gibi, kızgın" anlamlarına gelen 'har'kelimesinin Kürtçe bir karşılığı da var. 'Har', Kürtçede 'kuduz'anlamına geliyor. Kitabın adı için seçilen bu çift dilli kelime, müthişbir şekilde romanın içeriğiyle uyuşan, yazarın derdiyle bütünleşen biryapıya sahip.
Kürt sorunu da var bu romanda, Ermeni meselesi de, hayata dönüşoperasyonları da, bir türlü terhis olamamış, askeri meselelerle olanbağına bir çözüm bulamamış, hakikatle yüzleşmekten kaçınan bir ulus da,bu ulusun gündeliğine yön veren tahkiye geleneği de, hatta yazarınkendisi de. Romanın alt başlığının 'bir kıyamet romanı' olması boşunadeğil.
KEMAL VAROL

[TUR-L] [UYUR-38624]
(249 sayfa)

Suskunlar

... Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin “gerçekliği”nde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek. Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü... Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri. ...
(Arka kapaktan)

COTE: [TUR-L] [ANAR-38625]
(269 sayfa)
TCKBZA 1

Anar makamı
İhsan Oktay Anar, bir önceki romanı Amat'ı okuyabilmek için yedi yıl bekleyen okuyucularını bu kez üzmedi. Adını musiki makamlarından alan üç bölümden oluşan Suskunlar, yine Osmanlı'nın hüküm sürdüğü devirlerde, "Sultan Ahmed-i Sânî Han Efendimiz'in devri saltanatından sonraki senelerden birinde" geçen neşeli, heyecanlı, fantastik ve de felsefi bir roman. Amat, denizcilik dünyasına dair bir hikâyattı. Suskunlar'sa musikinin, musikiye duyulan aşkın, sessizliği de kapsayan seslerin, insana üflenen nefesin, iyilikle kötülük arasındaki kavganın romanı.
"Başlangıçta sükût var idi. Ve her yer karanlık idi. Ve Yaradan Yegâh makamında terennüm eyledi. Ve bu ışıltılı nağme ile etraf nûr oldu. Ve nağme boşlukta yankılanıp geri döndü. Ve Yaradan, bu Yegâh nağmenin güzel olduğunu gördü." Anar da, romanın, kişilerin, mekânların ve olayların yaratıcısı olarak 'Yegâh' bölümüyle başlamış hikâyesini anlatmaya...
Aslında hikâyelerini demeliydim; çok zengin, mizah yüklü ve şaşırtıcı bir hayal gücünden fışkıran hikâyeler. Belli bir zamana ve mekana yaslanmasıyla tarihi, barındırdığı metafizik ve mistik öğelerle fantastik, fail-i meçhul cinayetleriyle polisiye türe göndermeler yapan bu hikâyelerle kimi zaman İstanbul'un yoksul mahallelerine, kimi zaman paşa konaklarına misafir oluyoruz. Mevlevihanelerinden saz meclislerine, ürkütücü zindanlardan çetelerin barındığı karanlık hanlara, köle pazarlarından Galata borsasına kadar uzanan mekânlarıyla geniş bir İstanbul panoraması çizen Suskunlar'da büyük tarihin sessizliğe mahkûm ettiği insanlarının sesleri çınlıyor. Hızır Paşa'nın dokuz katlı mehter takımında kös tokmaklayan Kalın Musa'nın; armudî kemençesiyle can alan kırk dokuz yaşındaki mahdumu Veysel'in; Beyazıt'ta, tamburîlerden neyzenlere, kanûnîlerden kudümzenlere kadar bir alay musikî meraklısının gelip meşk ettiği bir çalgılı kahvehane işleten, Kalın Musa'nın öz kardeşi Muhayyer Hüseyin'in; hayaletiyle dehşet salan kanûnî Âsım'ın; Musa'nın torunları Davud ve Eflatun'un; oniki parmaklı cüce Pereveli İskender Efendi'nin; Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri ve oğlu Zahir'in; Mevlevi Şeyhi Neyzen İbrahim Dede'nin; insanoğlunun kadim düşmanı Tağut'un sesleri biraz daha yüksek perdeli. Daha az sahne alsalar bile, Davud'u, Asım'ı ve Pereveli İskender Efendi'yi aşkıyla tutuşturan güzeller güzeli Nevâ'nın, geleceğin olduğu kadar geçmişin bilgisine de vâkıf, zehir gibi tarihçi Yedikule Kâhini'nin, göklerdeki büyük hakikati gördükleri için gözleri kör olan Kahire Kâhini Bilâl, Urfa Kâhini Heybet, Basra Kâhini Abbas, Hicâz Kâhini Mesût, Trablus Kâhini Zeynel, Kazan Kâhini Selahaddin ve Bağdat Kâhini Munkasım'ın, tabâbet yeteneğinden ziyade 'naaşlarıyla' yâd edilen vücudu su yüzü görmemiş tabip Rafael'in, Süleymaniye Câmii'nin altındaki ârâstanın ön cephesine bakan kahvehanede, takım taklavatıyla müşteri bekleyen hayâlet avcısının, Zincirli Han'ı mesken tutan 'Dokuzlar' çetesinin her bir fedaisinin, Kostantiniye'deki musikî üstadlarından Gülâbî, Meymenet, Âmin, Kirkor ve Bağdasar'ın, Zincirli Han'ın katili Kabil ve aynı zamanda yeğenleri de olan iki yamağının ve saymayı unuttuğum diğerlerinin sesleri de ahenkli. Sonuçta bütün bu sesleri Konstantiniye ahalisinden mürekkep tuhaf bir koro eşliğinde, kendine özgü bir makamla besteleyip sözcüklerle icra etmiş Anar.
'Hayat veren nefes'
Bu kadar çok kişi, mekân ve yan hikâye barındıran bir romanı özetlemeye çalışmak beyhude, ama yine de çok çok kısaltılmış bir özet verelim; Bâtın Efendi ve oğlunun Kostantiniye'ye gelmesi, Kostantiniye'deki musikîde en derin, en bilge ve en usta olan yedi kişiden altısının eleneceği, ve seçilenin kulağına Bâtın Efendini, kendi neyinden en mukaddes nağmeyi üfleyeceği, yani 'hayat veren nefesi' dinleteceği duyulması, yukarıda adı geçen roman kişilerinin hayatlarını etkileyecek, kaderler kesişecek, türlü kötülükler ve cinayetler işlenecek ve iyilerle kötüler arasında büyük bir kavga başlayacaktır..
Suskunlar, diliyle, üslubuyla, anlatma şehvetiyle, fantastik öğeleri, kişi, mekân ve hikâye zenginliğiyle Binbir Gece Masalları'nı hatırlatıyor. Ancak anlatmanın büyüsüne teslim olup söylemek istediklerini unutmamış Anar; bütün bu parçaları, romanın ana motifi her hikâyede, her kişide, her olayda ortaya çıkacak şekilde birbirine bağlamış. Zaman zaman hikâyeyle doğrudan ilgisi yokmuş gibi görünen kişiler, sanki nedensizce ortaya çıkıyor ve geriye hiçbir ipucu olmaksızın ortadan kayboluyorlar. Roman yine de dağılmıyor. Bu sayede hayatın kendine özgü, düzensiz, o dakika yaşanmakta olanla alakasız anlarını yakalıyoruz. Yakalıyoruz, çünkü "gerektiği gibi yazılmış metin örümcek ağına benzer: Gergin, eşmerkezli, saydam, sıkı örgülü. Uçuşan her şeyi kendine çeker. Arasından geçmeye çalışırken ağa yapışıp kalan metaforlar, onu besleyen aylardır. Konu ve malzeme kendiliğinden ona doğru kanat çırpıyordur."
İhsan Oktay'ın bütün romanlarında görülen insan, eşya ve hikâye çeşitliliği zirvesine Amat'ta ulaşmıştı. Bir kalyon maketine benzetmiştim Amat'ı; hani o en kocaman kutulardan çıkan en karışık, en küçük ayrıntısına kadar neredeyse gerçeğinin bire bir taklidi olan maketlere... Böyle bir maketi tamamlamak hem sanatkarlık hem zanaatkârlık isteyen, hem ustalık hem hamallık gerektiren bir işti. Sanatkârlık, zanaatkârlık, ustalık ve hamallıkta daha da ileri giden Suskunlar'sa diliyle musikiye, tasvirleriyle minyatür sanatına uzanıyor. Anar, kulağına gelen her sesi büyük bir titizlikle görselleştirmiş. Sadık okuyucuları bir yana, hiçbir edebiyatseverin kayıtsız kalmayacağı bir dille yapıyor bunu. Eskidiği varsayılan kelimler, ifadeler, deyimler ve deyişler Anar'ın kaleminden yeniden hayat bulmuş. Farklı bir düşünce ve duygu sistemini açığa çıkaran, alışılagelmiş olandan küçük sapmalar ve anlam kaymaları, böylelikle ortay çıkan mizah, dış dünyayı olduğu kadar iç yaşantıları da ortaya koyan diyaloglar, varlıkların durumlarını gösteren -zamana ve mekâna uygun- sıfatlar, anlam zenginliği katan pekiştirmeler, vurguyu artıran ikilemeler, kısacası duygu ve düşünceyi iletmeye yarayan bütün dil araçları kusursuzca kullanılmış.
Amat'ta da benzer bir dil vardı, ancak gemicilik terminolojisinin ağır basması, dili biraz ağırlaştırmıştı. Suskunlar'da böyle bir sorun yok. Bilmediğiniz kelimelerin bile bir anlam kazandığını göreceksiniz. Tam bu noktada bir alıntı yapmak gerekiyor. Özellikle Eflatun'un bir sesin çağrısına uyup Sofuayyaş mahallesinden Galata Mevlevihanesine yaptığı o uzun Ulyssesvari yolculuktan;
"Gelgel Çıkmazı'nın köşesindeki Tiryaki İlyas Dede Hazretleri'nin türbesini geride bırakan Eflâtun, Tekir Kasap'ı da geçince Bodrum Câmii'nin yukarısındaki, tâ fetih öncesi devirlerde Rûm sultanlarınca yaptırılmış, ama şimdi subaşından kaçan berdûş ve âvârelerin barınak bildikleri, incir, köknar ve servi ağaçlarının gölgesindeki saray vîrânesine vardı. İşte burası, genişçe ve nispeten temiz tutulmuş kalabalık bir yolun köşesindeydi. Bu yol ise, sefer ilân eden Padişâh Efendimiz ve hizmetkârlarından, başlarında yatırtmalı börkleri ve sırtlarında kırmızı çuhadan kaputlarıyla yeniçeri zâbitlerinden, vezirlerden ve paşalardan ibâret Alay-ı Hûmâyûn'un, yeni ülkeler fethetmek amacıyla geçit resmi yapıp yola çıktığı Dîvân Yolu idi."
"(...) Eflâtun yerinden doğrularak, sesin geldiğini sandığı Darphane tarafına seğirtti. Her gün binlerce altun sikkeye Padişâh Efendimiz'in tuğrâsının darp edilip piyasaya sürüldüğü bu büyük bina, Tatlıcı Bekir Ağa'nın dükkânını geçtikten sonra sağ tarafta, Mercan Ağa ile Yakup Bey'in evlerinin bitişiğindeydi. Herhangi bir hırsızlığa mahal vermemek için hemen hepsi helâl süt emmiş, namus ehli zevât arasından seçilen vezneci, sarraf, cilâcı, sikkeci ve haddecilerin çalıştığı Darphane'nin, kendi câmisi, imamı, müezzini ve bir de maaşlı cellâdı vardı. Ama çiğ süt emmiş insanoğluna yine de pek güven olmadığından, burada çalışan sikke vurucular, sabah geldiklerinde ve akşam giderken anadan üryân edilip muhafızlarca aranırlardı. Bu iş için pek çok usûl vardı. Meselâ bunlardan biri, vücutlarındaki uygun bir yere bir altun sikke sokuşturmuş olabilecekleri şüphesiyle bu insanların, bir muhafız tarafından, sol elin tahâret parmağıyla muayene edilmesiydi. Bu iş için elinde fermân ve yetki bulunan Darphane Emini'nce en küçük hırsızlık bile hoş karşılanmaz, suç işleyen şahıs şerîate uygun olarak derhal cezâlandırılırdı. Zaten gören ibret alsın diye Darphane'nin kapısına, çoğu artık kurumuş tam yirmibir kesik el çivilenmişti."
Görüldüğü gibi, büyük bir ciddiyetle kaleme alınan ifadeler aynı zamanda yoğun bir mizah da barındırıyorlar. Böylelikle yanılsamanın gerçekliğine bir şerh düşüyor yazar; metin kurmacalığını itiraf ederken, sanat yapıtını o yüce şaka konumuna geri döndürüyor. Zaman zaman anlatının akışına kapılsanız bile, size kurmaca bir dünyada olduğunuzu hatırlatan -gerçekleşmiş bir hayal olan dünyayı örnek alıp, onu ve uslubunu taklid ederek yeni hayaller kuran- yazarın ironik diliyle kendinize geleceksiniz. Bu andan sonra ne tarihi roman diyebilirsiniz Suskunlar'a ne de fantastik edebiyata havale edebilirsiniz romanı. O kendi kurallarını kendisi koyan bir roman.
İçeriğin ta kendisi
İhsan Oktay'ın romanlarındaki dili ve üslubu ağır, yoğun ve gösteriş heveslisi bulanlar olabilir. Ben bu biçimin içeriğin ta kendisi olduğunu ve yazarın muhalefetinin tam da bu biçimde vücut bulduğunu düşünüyorum. Kelime ve cümlelerin klişeleştiği, sözcük dağarcığının fukaralaştığı, düşüncenin yazıdan dışlandığı, herkesin hazır fikirleri sahiplendiği bir dünyada dilsel yoğunluğu tercih etmenin kendisi bir uyuşmazlık tavrıdır. Jameson'dan bir alıntıyla sürdüreceğim; "Üslup, aynı şeyi söylemek gücünü sürdürebilmek için her gün daha karmaşık mekanizmalar geliştiren Kızıl Kraliçeye benzer; geç kapitalizmin ticaret evrenindeyse, ciddi yazar, okuyucunun somut hakkındaki uyuşmuş duygusunu, dilsel sarsmalar yoluyla, fazla tanış olunmuş şeyleri yeniden kurarak ya da tek başına bir tür kesik kesik adlandırılmamış yoğunluğu barındıran fizyolojik şeylerin daha derin tabakalarına çağırarak yeniden uyandırmak zorundadır."
Üstelik sadece kendi güzelliğiyle böbürlenen bir dil değil Suskunlar'daki. Anar'ın bütün yapıtlarında rastlanan felsefi tartışmalar kişilere, kişi adlarına, hikâyeciklere, kısacası metnin tamamına yedirilmiş. Yaratma tutkusundan hakikat arayışına, iyilik kötülük karşıtlığından insani zaaflara, görmeyen kulaklardan duymayan gözlere, işitmeyen kalplere, akıl ve zihin arasındaki karmaşık ilişkilere dair pek çok şey çıkarabilirsiniz. Ya da bütün bunlarla ilgilenmeyip keyifli bir okuma anına teslim edersiniz kendinizi. Kaçınılması gereken 'Suskun'ları kategorize etmeye çalışmak, tek bir anlamla sınırlandırmaktır.
Puslu Kıtalar Atlası ilk ve en başarılı romanıydı. Kitab-ül Hiyel ve Efrasiyabın Hikâyeleri onun gölgesinde kaldılar. Amat'la -Puslu Kıtalar Atlası'nı aşamasa da- yeniden bir çıkış yakaladı Anar. Ne yazık ki birçok -hem de önemli- yerine değinme fırsatı bulamadığım Suskunlar'sa tam bir ustalık dönemi eseri. Belki de İhsan Oktay külliyatının en iyisi.
A. ÖMER TÜRKEŞ
Radikal Kitap 19/10/2007

3 Oca 2010

Atlas des continents brumeux

À la fin du XVIIe siècle à Constantinople, un vieil homme à l’imagination débordante rêve – au sens propre comme au figuré – le monde qui l’entoure. Cartographe contemplatif, il recherche la réalité dans les songes et consigne dans un livre intitulé Atlas des continents brumeux le fruit de ses visions. Son fils Bunyamin, à qui il remet cet ouvrage, va connaître une incroyable aventure. Engagé comme tunnelier dans l’armée ottomane, il entre par hasard en possession d’une étrange pièce de monnaie noire ; dès lors, sa vie se trouve totalement bouleversée. Quand, épuisé par de nombreuses épreuves, Bunyamin assiste à la destruction de Constantinople, quand ce tumulte proche de l’apocalypse ne lui offre plus aucun refuge, le jeune homme ouvre enfin l’Atlas des continents brumeux, et c’est alors qu’il découvre que l’aventure qu’il vient de vivre est en tout point décrite dans ces pages…
Construit selon une chronologie éclatée où de multiples personnages entrent en scène pour établir peu à peu le fil du récit, ce livre est à la fois une fable – qui conjugue humour, tragique, absurde et logique – et une illustration extravagante du Discours de la méthode. Mêlant l’histoire de Constantinople au XVIIe siècle et les références culturelles et religieuses à une dimension purement philosophique, Ihsan Oktay Anar donne au lecteur un roman foisonnant qui pourrait merveilleusement illustrer le propos de Camus : « Ce sont les rêveurs qui changent le monde, les autres n’en ont pas le temps. » [Quatrième de couverture]

Bir “ilk kitap”, Türkçe edebiyatta yeni ve pırıltılı bir yazar... “Yeniçeriler kapıyı zorlarken” düşler üstüne düşüncelere dalan Uzun İhsan Efendi, kapı kırıldığında klasik ama hep yeni kalabilen sonuca ulaşmak üzeredir: “Dünya bir düştür. Evet, dünya... Ah! Evet, dünya bir masaldır.” Geçmiş üzerine, dünya hali üzerine, düşler ve “puslu kıtalar” üzerine bir roman.