31 Tem 2010

Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak

Burada yer alan makaleler, Faktizität und Geltung (1992) adlı kitabın yayımlanmasından sonra ortaya çıkmıştır. Bu çalışma, cumhuriyetçi ilkelerin evrensel içeriğinden yola çıkarak, günümüz sorunları karşısında hangi çözümlerin olabileceği konusunda bize ışık tutacaktır - özellikle de çokkültürlülüğün ortaya çıkardığı çelişkilerin yoğun bir biçimde görüldüğü çoğulcu toplumların, uluslar-üstü bir birlik oluşturmak için bir araya gelen ulus-devletlerin ve istemleri dışında zorunlu bir risk toplumu haline getirilmiş dünya toplumu yurttaşlarının karşılaştığı sorunlara yanıt verecektir. 

Birinci kısımda, birleşmeden bu yana Federal Almanya'da yeniden yaşanan bir tartışmaya açıklık getirmeyi amaçladım. Vaktiyle "Staatsbürgerschaft und nationale Identität" adlı makalede incelediğim konuyla ilgili hayal gücümü biraz daha zorlamaya çalıştım.* Kendine özgü devletsel bir varoluş hakkını alabilen, ırk kökenli ve ortak yazgıya sahip bir kültür toplumu olarak algılanan ulus kavramı, hâlâ sorunsal düşünüşlerin ve yaklaşımların meyvesi olmaya devam etmektedir - toplulukların sözümona ulusal self-determinasyon hakkına sahip olduğu çağrısı, çokkültürlülüğe ve insan hakları politikasına bakışımlı olarak karşı koyma, bununla birlikte de egemenlik haklarının uluslar-üstü yapılandırılmasına karşı duyulan güvensizlik, işte bu romantizm kaynaklı ulus anlayışının bir ürünüdür. Halk ulusunun savunucuları, bugün artık ulusal-sonrası bir toplumsallaşma biçimine kaçınılmaz olarak geçerken ortaya çıkan sorunların üstesinden nasıl geleceğimiz konusunda, özellikle demokratik ulus-devletin tarihte elde ettiği harika kazanımların ve cumhuriyetçi anayasa ilkelerinin bizleri aydınlatacağını kabul etmemektedirler. 

İkinci kısım, küresel ve toplumsal düzeyde insan haklarının kabul ettirilmesi konusunu ele almaktadır. Zum Ewigen Frieden adlı yazının ikiyüzüncü yıldönümü, Kant'ın dünya yurttaşlığı hukuku anlayışının, tarih deneyimlerimizin ışığında yeniden elden geçirilmesine vesile olmuştur. Devletlerarası hukukun öngördüğü masumiyet iddiasını çoktan yitirmiş olan bir zamanların egemen devlet özneleri, içişlerine müdahale etmeme ilkesiyle artık daha fazla yetinemezler. İnsanî müdahaleler sorununun bir yansıması olarak çokkültürlülük önplana çıkmıştır. Burada bile azınlıklar kendi hükümetleri karşısında korunma arayışı içindedirler. Fakat bu ayrımcılık, meşru hukuk devleti çerçevesi içerisinde, genel siyasî kültürle kaynaşmış çoğunluk kültürüyle azınlığa istenileni kabul ettirme biçiminde içinden çıkılması oldukça zor bir hale bürünmektedir. Charles Taylor'ın cemaatçi önerisine karşı gelerek ben, farklı altkültürlerin ve yaşam biçimlerinin aynı cumhuriyetçi toplum içerisinde eşit haklı bir arada varoluşunu sağlayacak bir "Tanınma Politikası"nın, kolektif haklar ve hayatta kalma güvenceleri olmaksızın da işlemesi gerektiğini ortaya koyuyorum. 

Üçüncü kısım, demokrasi ve hukuk devletinin tartışım-kuramsal yaklaşımının temel varsayımlarını hatırlatır. Tartışımlı politika anlayışı özellikle halk egemenliği ve insan hakları arasındaki eş-kökenliliğin belginleştirilmesine olanak sağlar. 

Dördüncü kısımda, herkese gösterilmesi gereken eş-saygı ve birinin ötekine karşı taşıması gereken genel dayanışmacı sorumluluk ahlâkının akılcı içeriği tartışılmaktadır. Duyarsız olarak özümleyen ve denkleştiren bir evrenselciliğe karşı duyulan postmodern güvensizlik, ahlâkın bu anlamını yanlış yorumlamakta ve aynı heyecanla, aslında gerçek anlamda bir evrenselciliğin daha yeni gündeme getirdiği farklı olmak ve farklılık arasındaki bağıntılı yapıyı ortadan kaldırmaktadır. Theorie des kommunikativen Handelns ile ben, "topluluk" ve "toplum"a getirilen yanlış alternatifleri kıracak olan yaşam koşullarına yeni bir boyut oluşturacak temel kavramları ortaya atmıştım. İşte toplum-kuramsal olarak getirilen bu farklı bakış açısı, ahlâk ve hukuk kuramında farklılıklara karşı daha duyarlı bir evrenselcilik anlamına gelmektedir. Herkese eş-saygı, soydaşlara değil, ötekine, yani farklı oluşu nedeniyle diğerine gösterilme koşulunu temel alır. Ötekine karşı, bizlerden biri olarak dayanışma göstermek de, tözsel olan her şeye direnen ve gözenekli sınırlarını sürekli daha da öteye taşıyan bir topluluğa ait esnek "Biz"i kapsar. Bu ahlâksal topluluk, ayrımcılığın ve haksızlığın kaldırılmasıyla birlikte marjinalleri, karşılıklı saygı temelinde benimseme düşüncesi üzerine kurulmuştur. Yapısal olarak ortaya çıkan bu topluluk, kendi türünü zorla kabul ettirerek tektip üyeler oluşturan bir kolektif değildir. Benimsemek, kendi içine kapatmak ve ötekine karşı kapanmak demek değildir. "Ötekini benimsemek", toplumsal sınırların herkese -hatta ve özellikle de, birbirine yabancı olan ve birbirine karşı yabancı kalmak isteyenlere- açık olması demektir. 
Starnberg, Ocak 1996 
Jürgen Habermas.

28 Tem 2010

Madame Bovary

19. asrın ikinci yarısıdır. Charles Bovary, Rouen’de eği­tim görmektedir. Okulunu ailesinin sayesinde bitiren Charles, doktor olur. Tostes adlı küçük bir kasabada mesleğini sürdür­meye başlar. Charles, hırslı ve idealist bir insan değildir. Elin­dekiyle mutlu olan bir kişidir. Annesi, onun başarılı olması için çaba sarf eden, onu yöneten bir kadındır. Annesi, bu pek yetenekli olmayan oğlunu dul bir kadınla evlendirir. Dul eşi ile mutlu olamayan Charles bu hayata yine de katlanır. Charles, doktor olduğu için kasabadan her kesimle ilişki kurmaktadır. Kasabanın ileri gelenlerinden Rouault’la dost olur, evlerine gidip gelmeye başlar. Bu arada, huysuz karısı ölür. Bir süre geçtikten sonra, Charles Rouault’un kızı Emma ile evlenir. Sakin, huzurlu bir hayat arzu etmektedir.
Emma ise, romantik bir genç kızdır. Evlilikten beklentile­ri Charles’ ınkinden çok farklıdır. Sürekli romantik aşk hikâye­leri ve romanları okuyan Emma, bunların tesirindedir. Hare­ketli, heyecanlı, derin bir duygusal ilişki hayal etmektedir. Fa­kat evlilikten beklentileri gerçekleşmez, zamanla hayatını mo­noton ve can sıkıcı bulmaya başlar. Bir gün evlerine gelen es­ki bir aristokrat olan Marquis d’Andervilliers onun bu istekle­rini iyice kamçılar. Marquis d’Andervilliers, ona Paris’in lüks yaşantısındaki ihtişamından, eğlencelerinden bahseder. Bu günden sonra, Emma Bovary iyice hayatından hoşnutsuzluk duyar.
Hayalindeki yaşama erişecek maddi gücü olmadığı için çabaları başarısızlıkla sonuçlanır. Hamile olmasına rağ­men, bu hoşnutsuzluk onu çok etkiler ve uzun süren bir has­talık geçirmesine neden olur. Onun isteklerini anlayamayan kocası Charles, Emma’nın sağlığı için başka bir yere, Yonville’l Abbaye’ye taşınır. Burada pek çok kişi ile tanışmak, Emma’ya biraz daha iyi gelir. Eczacı Homais ile Leon en sık görüştükleri kişiler olur. Emma ile Leon arasında duygusal bir yakınlık baş gösterir. Leon, Emma’ya Charles’tan daha anlayışlı davranır. Emma, zihnindeki aşk tasavvurunu bu ilişki­ye yükler. Oysaki aralarında gerçek anlamda bir ilişki yaşan­maz. Leon, bir süre sonra Emma’nın aşırı hassasiyetlerinden ve hayallerinden bıkar, kasabayı terk eder.
Emma, hayal kırıklığına uğrar. Bocalar. Fakat hâlâ haya­lindeki yaşamı arzulamaktadır. Kasabanın önde gelen çiftçile­rinden biri olan Rodolphe ile tanışır. Rodolphe aşkı duygusal anlamda algılayamayacak kadar basit ve zevkperest bir in­sandır. Zamanla Emma’yı kullanmaya başlar. Onu sevmez, sadece arzularına alet eder. Oysa, Emma hayalindeki duygu­sal ilişkiyi bulduğunu sanır. Eşini aldatır. Rodolphe ise sade­ce iyi vakit geçirdiği için mutludur.
Emma, her geçen gün müsrifleşir. Eşinden habersiz alış­verişler yapar, borçlanır. Eşini de kendi ihtirasları için kullanır. Onun düztaban olan birini ameliyat etmesini ister. Yetenekle­rini ispat ederse çok meşhur bir doktor olacak, Emma’ya is­tediği hayatı sunacaktır. Oysa ameliyat çok başarısız geçer. Adamın ayağının kesilmesi gerekir. Büyük bir başarısızlık ya­şayan Charles, utancından dışarı çıkamaz. Emma, başarısız kocasından daha da nefret eder. Rodolphe’ya kaçmaya karar verir. Rodolphe ise ona bir mektup gönderir, ilişkilerinin bitti­ğini söyler. Bunun üzerine Emma hastalanır, aylarca yatar. İyileşince, huzurlu, sakin bir yaşam sürmek ister, kendini di­ne verir. Bu, çok uzun sürmez. Leon’a tekrar tesadüf edince, eski arzularına geri döner. Leon değişmiştir. İlişkileri maddi bir aşk olarak devam eder. Her hafta bir gün Leon’la birlikte yaşayan Emma, gittikçe borçlanır. Kocası her şeyden haber­sizdir. Leon, kariyerine ilişkinin zarar vereceğini düşünerek Emma’yı terk eder.
Emma, hem aşktan beklentisini alamamış hem de borç­lanmış biri olarak çıkmaz içindedir. 
http://www.edebiyat.tc/madam-bovary/

http://www.yenimakale.com/edebiyat/2633-madame-bovary-romaninin-ozeti.html

COTE: [TUR - L] [FLAU - 18293]

25 Tem 2010

Madame Bovary

Il faut avoir l'esprit compliqué, et pénétrant, d'un Gustave Flaubert pour s'interroger, par exemple, sur ce que fait une toute petite bourgeoise d'origine paysanne, mariée toute jeune à un petit médecin de campagne, condamnée à la compagnie ennuyeuse de petits notables d'une petite ville de province, pour entreprendre de définir, à travers une fiction littéraire, les principaux traits d'un type sociologique de comportements liés de façon générale à une certaine classe de conditions sociales d'existence: le bovarysme. Mme Bovary ne sait évidemment pas qu'elle bovaryse, qu'elle est un cas typique d'une situation socialement déterminée le dépassant infiniment, le personnage d'un drame qui relève d'une forme répandue de pathologie sociale, quelque chose qu'on pourrait appeler "névrose de distinction" et qui, bien au-delà du microcosme yonvillois, caractérise l'enfermement petit-bourgeois. Tout ce dont elle a conscience, quant à elle, c'est qu'elle s'ennuie mortellement, qu'elle est à ses propres yeux une femme éprise de grandeur et animée de noble aspirations, méritant une existence plus aristocratique que la sienne. Elle sait - ou croit savoir - ce qu'elle fait et pourquoi. Elle croit, comme la plupart des gens, piloter sa barque à sa guise, avoir librement fixé son cap, alors qu'elle est, en ce qui concerne, en train de dériver sur un radeau existentiel qui la conduit au naufrage. Elle croit être unique, original et libre et elle ne sait pas que, dans la sociétés de classes, les Bovary sont légion et que chacune d'elles est l'incarnation singulière d'un destin socialement programmé, fréquemment observable dans les classes moyennes, et pas seulement chez les agents de sexe féminin.

On comprend du coup pourquoi les gens les plus instruits, les intellectuels en particulier, sont les plus réfractaires à l'objectivation sociologique de leur être propre.

20 Tem 2010

Kırk Ambar

Cilt 2 - Lehçe-t-ül Hakayık 

 Kadının kişiliğini yaratan ne terbiye, ne baskı. Ona özellik veren aşk ve omuzlarına yüklendiği misyon. Çağdaş toplum kadını erkekleştirme yolunda. Cemiyeti değerli bir yardımcıdan mahrum eden bir yöneliş bu. Üstelik kadına mutluluk da getirmiyor. Mutluluk vaadi laf.

Kadının içinde bulunduğu şartlar... bundan daha büyük adaletsizlik olur mu? Neden kadın erkeğe boyun eğmek zorunda kalsın? Erkeğe, yani yaratılışı bakımından, hatta ahlâk ve zekâ bakımından kendisinden daha aşağı bir varlığa. Neden herkesten küçük görülsün? Niçin en büyük sayılan zevklerin dışında bırakılsın? Neden erkek kadar hakları yok? Neden erkek için şeref sayılan, kadın için yüz karası? Erkekten daha ahlâklı olması neden istenir? Neden çok daha büyük fedakârlıklara zorlanır?

Bütün bu haksızlıklar erkeğin eseriydi bana göre. O, hayatta aslan payını kendine ayırmıştı. Kısacası, bir adaletsizlikti bu. Ve kolayca ortadan kaldırılabilirdi.. Bu sözde haksızlıklar kadının misyonundan, bu misyonun bizde yarattığı eğilimden doğuyordu. Bizde, yani bütün kadınlarda. Kadın bu misyonu başarabilsin veya başaramasın.. Eşitsizliğin kaynağı, toplumdaki âhenk. Orgdaki ses âhengi çeşitli boylardaki borulardan gelir. Toplumdaki âhenk de ayrı ayrı misyonları, ayrı ayrı özellikleri olan kadınla erkekten.

Kadın Ruhunun Anahtarı, Merkezinin Kendi Dışında Oluşu
Ne lüzum var inkâra: Erkek başka, kadın başka.. Herkesin bildiği vücut ve ruh farkları bir yana, kadını erkekten ayıran önemli bir fark var.. Aşağı yukarı ötekilerin temeli bu fark. Kadın özgecidir (diğergam), merkezi kendi dışındadır. Yani, hazlarının da kaygılarının da bir başkasıdır kaynağı: Sevdiği ve sevilmek istediği biri: Koca, çocuklar, baba, dost, vs... Çevresindekilerin ne sevinçlerine yabancı kalabilir, ne acılarına; kadın onlarsız kâm alamaz hayattan. Onlara beğendirmek için yaratır, onlar beğenmiyor diye yıkar. Onların hoşuna gitmeye çalışır. Damak zevkleri de kulak, göz, kafa zevkleri de vız gelir kadına.


Düşündüğü ve kendisinin düşünen biri yoksa, kendisiyle beraber kâm alacağı, kendisiyle beraber hareket edeceği biri yoksa zevk alamaz hayattan, yaratamaz, iş göremez. Başkaları için yaşamaya can atan kadın, kendisini başkalarına feda etmeye hazır olan kadın, başkalarından gördüğü iyiliklere sonsuz bir minnettarlık duyan kadın, başkalarından minnettarlık görmeyince, başkaları kendisiyle ilgilenmeyince, kendisi için yaşayacağı, kendisi için hayatını fedadan çekinmeyeceği biri olmayınca mahvolur. Böyle birine kavuşunca coşar, üzülüyorsa böyle birinden mahrum olduğu içindir. Yani, aydınlatacağı biri yoksa alevi söner kadının.

Erkek öyle mi? Ne egoisttir o. Daha doğrusu merkezi kendi içindedir. Yani, yaşadığı dünyanın merkezi kendi şahsı, kendi çıkarı, kendi hazları, kendi meşgaleleridir. Tek başına yaşayabilir erkek, hayatın tadını çıkarabilir. Çevresindekiler sevinçliymiş, üzüntülüymüş ona ne! İlgilenmez başkalarıyla. Onlar da kendisiyle ilgilenmeyince fazla üzüntü duymaz. Kendi rahatını düşündüğü için her heyecandan kaçmak ister. Aşksız da yaşayabilir, kinsiz de. Sevinçli olmuş veya olamış aldırmaz. Başkaları beğenmiş veya beğenmemiş umurunda mı? Çizdiği yolda yürür gider. Damak, göz, kulak zevklerine bayılır. Zengin olacak, hükmedecek herkese, kafasını geliştirecek. Hazlarının merkezi kendisi.

Çocuklara bakın: Kız, bebeklere düşkündür. Erkek, tüfeğe. Kız, anne olmak ister, öğretmen, hastabakıcı olmak ister. Küçüklerle oynamaktan, onları okşamaktan, okşanmaktan hoşlanır. Kendisini annesine veya hocasına beğendirmek için deli divane olur. Erkek kendinden büyüklerini arar. Ya arabacı olmak ister, ya general. Kumanda edecek, herkes boyun eğecek ona. Durup dururken yardım etmez annesine, ya korktuğu için yardım eder ya mükâfat beklediği için.

İnsan yedisinde ne ise yetmişinde de odur. Yaşlanan erkek kavgadan çekilir. Başkasının kendisiyle ilgilenmesini ister, ama kendisi hiç kimseyle ilgilenmek istemez. Fakat, yaşlanan kadın hayat kavgasından çekilmek şöyle dursun, çalışma sahasının daraldığını gördükçe kendini yer. Daha çok çalışmak ister, daha hassaslaşır. Kendini başkalarına feda edemeyince, ister ki başkaları doğruluğuna inandığı davaları için fedakârlık yapsınlar. Tapar torunlarına. Yavrular onun için hem büyük bir dert, hem büyük bir hazdır. Çocuklarından çok torunları için çırpınır. Kimsenin yaptıklarını beğenmez. Hep iş arar kendine. Hep kaygı arar. Arkada kalan yılların yalnız üzüntülerini hatırlar. Hayatın tadını çıkaracağı yıllarda eskisinden bin kat beter üzülür.

Kadının hayatında en baytiyar çağ, bütün varlığını ailesine, bütün varlığını cemiyete verebildiği çağdır. Gerçek ve tabii bir heyecan. Kendi başkaları için çırpınır, başkaları onun için. Kadın, çocuğu için hem süt anne hem terbiyeci, hem sevgili olduğu yıllarda bahtiyardır.

Uğrunda didineceği kimsesi yoksa, kendine bağlanacağı kimse yoksa ölür gider kadın. Evlenmemiş bir kız düşünün. Ne kardeşi var ne yeğeni. Sevmiyor ve sevilmiyor. Acılarını dindirecek kimsesi yok, fedakârlık edemiyor. Duyguları hiç kimsenin işine yaramıyor, ne öğretmen ne hemşire. Canlı bir hedefi yok. Ne olur bu kızcağız? Solar ve kurur.

İşsizlik, ilgisizlik, en büyük felâket kadın için. Heyecansız bir hayat, bağlanamamak, kendine bağlayamamak. Ölümden beter.

Kadın Neden Başkası İçin Yaşar?

Yalnız kadın mı? Dişi hayvanlar da, bitkiler de başkası için yaşar. Çiçekler taç yapraklarını feda ederler aşka.Dişi, kendine etmese hayat bir hamlede sona ererdi. Kadının bu fedakarlığı daha derin bir iç güdüden geliyor.Erkekde de kadında da hep aynı iç güdü. Büsbütün ölmemek kaygısı. Ölünceye kadar bunun için didinmiyor muyuz? Bir gönülde, bir kitapta bir mermerde yaşamak.Tabiat bu kubbede hoş bir seda bırakmamız için yaratmış aşkı. Aşkı ve ihtirası.İstikbale taşmak, adımızı bizden sonra yaşatmak, bir vücutta yeniden gençleşmek veya kafamızdan bir dünya yaratmak. Sonsuza damgamızı vurmak.

Bu amaca varmak için hangi acıya katlanılmaz? Ebedîleşmek için ölmek. Anne çocuğu için her fadkârlığa katlanır. Erkek, eseri için. Acı, bir şehvet olur onlar için. Batan gemiden çocuklarını kurtaran kadın gülerek can verir..

İhtiras, yani bir eserde gerçekleşmek, bir eserde yaşamak arzusu hem bir erkeği kanatlandırabilir hem kadını. Ama aşkta ebedîleşmek yalnız kadının imtiyazı. Ancak anne ölümsüzlüğünü bütün genişliği ile duyabilir. Varlığından bir parça gelişecek, istikbali fethedecek, yaşayacaktır. Ağaç meyve vermiştir artık. Kadın bunun için aşka susuzdur. Kendini sevgiye ve sevgiliye adayışı bundan. Başka biri için yaşayan onu sezmek, anlamak ihtiyacındadır. Kadın, bunun için daha çok sezgi, daha çok duygu. Hayatı yaratmak, yani başkasında yaşamak. Onu yarınlara götürecek olan: Çocuğu.

Erke için öyle mi? Onu ebediyete götüren köprü, çocuğu değildir. Vücudundan bir vücut çıkaramaz. O, kafasıyla, kalbiyle veya eliyle yaratmak zorundadır ebediyetini. Bunun için de varlığının merkezi kendisi. Klavuzu, aklı ve menfaatleri. Erkek, hayatını feda eder de ihtiraslarından vazgeçemez.. Cinslerin ruh dünyasını kesin çizgilerle birbirinden ayırmak imkansız. Ama kadının kaderine hükmeden bu alterocentrisme, erkeğin kişiliğini biçimlendiren ise egocentrisme.

Çevresindeki insanlarla yürekten ilgilenmek kadının kadınlığından geliyor. Ama, çektiği acıların kaynağı da bu. İşte davanın can alacak noktası. Egoizmle zırhlanmayan için en âsûde hayat korkunçlaşır. Hayatın belkemiği: Egoizm. Kendi yolunu aydınlatan bir fenerdir egoizm. Egoistin, hedefine varmak için kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Nereye gittiğini bilir ve tek başına yürüyebilir. Özgeci (diğergam kimse/kadın) yapamaz bunu. O, yalnız sevmek ve sevilmek için değil, yürümek için de başkalarına muhtaçtır. Bir sarmaşıktır özgeci. Kuru bir dalı, soğuk sert bir duvarı çiçeklerle, yapraklarla donatmak isteyen bir sarmaşık. Dayanacağı, kucaklayacağı kuru bir gövde yoksa solar. Cansız bir duvar yaşatır onu.

Kadın egoizmden mahrum, yani belkemiksiz. Bunun için erkeğe muhtaç. Sabit bir noktaya ihtiyacı var. Yoksa rüzgârın önünde bocalar durur. Belli bir hedefe yöneltilmek zorundadır. Bu susuzluk zekâ noksanlığından doğuyormuş. Kötü bir terbiyenin eseriymiş. Yalan. En iyi terbiye bile kadının bu başkasına dayanma hasletini yok edemez. Bilakis zekâsı geliştikçe bu ihtiyaç da büyür. Kendini bir kasırgaya tutulmuş hisseder kadın: Düşünceler, düşünceler. Hangisini seçecek? Değeri ne bunların? Ne işe yararlar?

Kadının zekâsı: seziştir, muhakemeye dayanmaz. Bu zekâ uçarak varır hedefe. Adım adım değil. Ama neden varır? Nasıl varır? Bulduğu, gerçeğin kendisi midir? Bu sualler mahveder onu. Demek, kadın zeki olduğu ölçüde kendisine destek olacak bir başka zekâya muhtaç. Kendisininkinden farklı bir zekâya. Zekâsını tamamlayacak bu zekâ, aydınlatacak, sezişlerini değerlendirecek. Yoksa, limonlukta yetiştirilen çiçekler gibi yaprak yaprak dökülür bu zekâ. Kır çiçekleri kadar olsun yaşayamaz.

Ancak erkekleşen kadın böyle bir yardıma ihtiyaç duymaz. Kadın, kadın kaldıkça desteksiz edemez.. Arzular da kâh büyük, kâh küçük. Hep aynı değiller ki.. Yani minnacık bir arzu için büyük dertler hazırlamıyor muyuz kendimize? Kadın, işine gelenle gelmeyeni birbirinden ayıracak ölçülerden mahrum. Hedefini bir başkasının göstermesi lazım. Yoksa kâh sezişlerine tekeder kendini, kâh zaaflarına. Saatten saate, dakikadan dakikaya değişir. Sevdikleri kendi dışında. Sırf kendi zekâsı, kendi gücü, kendi imkânlarıyla nasıl varsın onlara? Bu meş'um aşk onu ister istemez başkalarına bağlar.

Erkekler her istediğini elde edebilir. Sabretmesi, çalışması yeter. Zengin de olur, yükselir de. Hedefe bir başına erişebilir. Kadının değişmeyen, elle tutulur bir hedefi yok ki. Sevgi kaderin kaprisi. Erken veya geç doğmak, falan ülkeden, falan tabakadan olmak, sevimli olmak, rüyasındaki erkekle beş yıl evvel, beş yıl sonra karşılaşmak. Hayatı tesadüfün elinde. Çevresindekiler onu sevmiyorsa ne yapabilir? İrâdesiyle, zekâsıyla, gayretiyle sevdirebilir mi kendini? Aşk satın alınamaz, menfaatle ilgisi yok. Aşk, kadının bütün hayatı. Ve aşk baştan başa kapris. Ne facia! Facia bu kadarla da bitmiyor. Başkalarında yaşayan kadın, başkalarının gönlüne, başkalarının zevklerine ferman dinletemeyeceği için ıstırap içindedir. Duygularıyla menfaatlerini bağdaştıramadığı için ıstırap içindedir.. Kadının saadeti ne kazanacağı şöhrette, ne yükseleceği mevkidedir. O sevmek ve sevilmek ister. Hayatı yaratmak, gözyaşlarını kurutmak, çevresindeki bütün canlıları mutluluğa kavuşturmak ister. Bütün sevinçlerinin, bütün kaygılarının kaynağı budur. Ama arzularıyla menfaatleri boyuna çatışmaktadır.

Çocukları olacak, geceleri uykularını feda edecek. Ömür boyu kahırlarını çekecek. Bunda ne çıkarı var kadının? Çocuk yapınca daha mı sıhhatli olacak? Şöhreti mi artacak, itibarı mı? Genç kız baba ocağının sevgilisi, göz bebeğidir çok defa. Dilediği gibi yaşar, dilediği gibi harcar. Hürrüyetini, rahatını, içtimai mevkiini, hatta bazen şöhretini bırakıp bir erkeğin peşine düşmek. Hem de çok defa feda ettiklerine karşılık kendisine ıstıraptan başka hiç bir şey vermeyecek olan bir erkeğin peşine. Bu mu menfaat?

"Evet eskiden kadın sevgiye atıyordu kendini, başkaları için yaşıyordu; bugün de, çekinerek başkaları için yaşayanlar var. Ahmakça bir soyaçekiş, alışkanlık. Bu gerici yönelişleri ayaklar altına alacağız, biz yeni kuşaklar baştan başa değiştireceğiz." İhtiyar tarih, ilk defa duymuyor bu lakırtıları. Mâziyi yıkmak isteyen ilk nesil siz değilsiniz. Ama zavallı dostlarım, kadın oldukça uzun bir zaman güya çıkarı peşinde koştuktan, bağımsızlığına kavuştuktan, şöhret servet kazandıktan sonra sahneden çekildi, bir de baktık ki bir hayale kaptırmış kendini. Dimyata pirince giderken.. İkbal avutamamış onu, alış doyuramamış. Gerçek sevinci ferâgatte bulmuş kadın. Annelikte bulmuş. Kendini çevresindekilere adamakta bulmuş. Ve tarih boyunca menfaatleriyle gönlü arasında sallanmış durmuş kadın, rakkas gibi. Menfaatlerini feminizm bayraklaştırmış, gönlünü annelik doyurmuş.

Erkeğin tatmadığı bir acı bu. İstediği, irâdesine tâbi onun. Menfaatleri çok defa arzularıyla âhenk halinde..

Bitmedi. Kadının sevdikleri hep aynı kalmazlar. Boyuna değişir arzuları, değer ölçüleri değişir. Delikanlı, nişanlısından şiir ister, zerâfet, tabiilik, toyluk ister. Aynı delikanlı, koca oldu mu kadından sadece evini idare etmesini, tecrübeli olmasını, hesaplı kitaplı olmasını ister. Hakkı var. Erkek için hayatın gayesi aşk değildir. Sittin sene aşkla uğraşamaz. Ama kadın bu yeni isteklere nasıl uydursun kendisini? Nasıl acı çekmesin?

Çocuk annesinin bir dakika yanından ayrılmasını istemez. Her an bakım bekler. Teselli bekler. Yıllar geçer çocuk delikanlı olur. Annesinin kendisini rahat bırakmasını ister. Öğütleri, tecrübeleri öfkelendirir onu. Kendi başına buyruk yaşamak ister. Haklıdır da. Kendisi tecrübe edecek hayatı. Başkasının tecrübesi işine yaramaz ki. Ama anne buna nasıl katlansın? Ömür boyu başlıca vazifesinin çocuğuna yardım etmek, onunla ilgilenmek olduğuna inanmış. Bu alışkanlıktan vazgeçebilir mi bir anda? İşte yeni çatışmalar, yeni trajediler... Erkek bütün bunların dışındadır. Onun sevgilileri zamanla değişmez. Birbirleriyle çatışmazlar. Erkek zafere ve şöhrete erişmek için boyuna yolunu değiştirmek zorunda değildir. Hatta hep aynı yönde ilerlediği ölçüde başarıya ulaşır..

Demek ki kadının kurbanı olduğu trajedilerin kaynağı ne aksi tesadüfler, ne beşeri kanunlar, ne erkeklerin kötü oluşudur. Bu facianın kaynağı, kadının misyonu. Başkalarına ihtiyacı oluşu, başkalarını sevişi. Başkaları tarafından sevilmek isteyişi. Kanuni durumunu düzeltmişiz, mesut olacak değil ki. Kadını mesut etmek için erkeği terbiye etmek lazım. Erkek kadını daha iyi anlamalı, ona daha iyi yardım edebişmeli ki, acıları dinsin kadının.

Kadının arzularını tanımadan onu nasıl mutluluğa eriştirebiliriz, onu ve onunla birlikte erkeği yani cemiyeti. Bunun için hem erkeği, hem kadını aydınlatmak, ikisini de faydasız anlaşmazlıklardan kurtarmak lazım. 

[ Cemil Meriç, Kırk Ambar, Ötüken, İstanbul 1980 ] 

17 Tem 2010

Mağaradakiler

Bir mağara düşün dostum.
Girişi boydan boya gün ışığına acık bir yeraltı mağarası.
İnsanlar düşün bu mağarada.
Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor..
uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar iste... Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: Tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. O esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün.. Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: Gölgeler.
Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım.. Ayağa kalkmağa, başını cevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı.Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: "Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Simdi gerçekle karşı karşıyasın" diyecek olsa, sonrada eşyaları bir bır gösterse,"bunlar nedir" diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.
Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... Kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Aksam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini. Ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.

Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: "Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline.." İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: Görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller(idea'lar) alemine yükselen ruh..

Eflatun, Devlet, Çev. Cemil Meriç
Magaradakiler (Sayfa 11-12, Giris Bölümü)

10 Tem 2010

Cemil Meriç

Bireyselliğin pek fazla gelişmediği, aydınların bile bireylerin bulunmayı seçtiği kampların özelliklerini yüklenmeyi tercih ettiği, Türkiye`de tornadan çıkmayı reddeden bir kişiydi Cemil Meriç. Politik kutupların birinden öbürüne geçenler, terk ettikleri kampa karşı katıdırlar. Belirli sıcak yaşantıları, karşılaştıkları somut olaylar ve durumlar olduğu ve sancılı bir kararla bu seçimi yaptıkları için. Ama Cemil Meriç hiç böyle değildi. Solu düşünce hayatında izler, gereğinde yararlanırdı. Aldığı klasik eğitim, ona bilgisini derinleştirme tutkusuyla birlikte, bu nesnelliği ve kişiliği de kazandırdı. Cemil Meriç bir ideolog olamayacak kadar bireysel, bir teorisyen olamayacak kadar coşkuludur. Bu özellikleriyle Yunan mitolojisinin Teifesias`ını akla getirir: `Görmeyen görücü.` Fiziksel olarak görmeme ile kâhince görmenin paradoksu. (Ama) kehanet sesi, gördüğü çöküşün acısını taşır. Çünkü geleceği haber verir gibi görünmesine rağmen, asli değerlerin, geçmişte belirlenmiş yazgısını dile getirir.
Murat Belge
(sayfa 327)

20. Yüzyılın Türk münevveri (Türk aydını) çok horlanan bir münevverdir. Hem kendi kendini horlamıştır, kendi kendine karşı saygısızdır, bu önemli bir unsurdur. İkincisi de 20. Yüzyılın münevverini devlet horlamıştır. Ve Cemil Meriç bunu da temsil etmektedir. Bu bakımdan onun üzerinde durmak gerekir.

Türk münevveri eğer doktor ve mühendis değilse, kitleye bazı pratik hizmetler götürmüyorsa, çarpıtılan, korkulan bir adamdır ve kendi köşesinde bırakılmalıdır. Eğer bu münevverin çaldığı İsrafil sur’u çok fazla rahatsız ediyorsa, bu değerli bir mekanizma değildir aslında ama ilk önce tabii bir şekilde hayatın zorlukları içinde parayla erir bu. İkincisi mevkidir. Üçüncüsüne misal parlamentonun içine çekilmektir. Ve nihayet bunlardan da yola gelmeyen adamlar, marja itilir, satır dışına itilir.

Bunun gibi Mülkiye’ye girip bürokrat olmak istediği halde daha ömrünün ilk çağında Türk bürokrasisinin gadrine uğrayan bir Cemil Meriç vardır. Onun mesleği, kariyeri değişmiştir. Bu talihsizlikler ve direnişler devam ettiği sürece o da marjda kalmıştır.

Bu insanların bazısı güya solcudur, bazısı güya sağcıdır, bazısı güya ırkçıdır, hep de güyadır bunlar. Ama ortak olan bu insanların, seslerinin çok fazla renkli ve etkileyici olmasıdır.

Aynı şey Nihal Atsız için söz konusudur, aynı şey Cemil Meriç için söz konusudur, aynı şey A. Cerrahoğlu diye bildiğimiz Kerim Sadi için söz konusudur. Demek ki, toplumun samanlardan ürkmesi, onları satırın dışına itilmesi, hatırlanmaması, samanların “iyi saatte olsunlar” diye anılması söz konusudur. Bu Türk toplumu için çok mühim bir olaydır, 20. yüzyılda ve bu değiştiği ölçüde biz de değişeceğiz ve kuvvetleneceğiz.

Cemil Meriç, bütün bunlara rağmen devlete kızmayan birkaç kişiden biri olarak kalmıştır. Onun için devlet dediğimiz fikrin ve müessesenin gadrine uğradığını zannettiğimiz halde hizmet etmeyi bilen birkaç kişiden biri Cemil Meriç’dir. Öbürü de tabii ki gene kendisinin çok sevdiği Kemal Tahir’dir.”
İlber Ortaylı
(sayfa 328)
http://cemilmeric.net/

COTE: [TUR-9] [YILM-38258]
(350 sayfa)

8 Tem 2010

Sociologie et Anthropologie

Dans la passionnante Introduction à l'œuvre de Marcel Mauss, Claude Lévi-Strauss rappelle " que l'influence de Mauss ne s'est pas limitée aux ethnographes, [mais que] dans le domaine des sciences sociales et humaines, une pléiade de chercheurs français lui sont, redevables de leur orientation ".
C. Lévi-Strauss insiste sur " ce qu'on aimerait appeler le modernisme de la pensée de Mauss ", sur sa détermination à imposer " la notion de fait social total ",
sur " le souci de définir la réalité sociale, mieux encore, de définir le social comme la réalité ". Régulièrement réédité dans la collection Quadrige, cet ouvrage rassemble quelques-uns des textes fondateurs de Marcel Mauss, dont :
- Rapports réels et pratiques de la psychologie et de la sociologie
- Effet psychique chez l'individu de l'idée de mort
...
textes centrés sur " un sujet qu'on commence à désigner par le terme d'anthropologie culturelle " notait Georges Gurvitch en présentant la première édition de 1950.

7 Tem 2010

Sosyoloji ve Antropoloji

Marcel Mauss'un insan bilimlerine büyük katkı sağlayan klasik çalışması, ilk defa ve kapsamlı biçimde Türkçe'de. Sosyoloji ve Antropoloji, insanla ilgilenen herkesin her zaman başvurabileceği önemli bir kaynak. Mauss, mitoloji, dilbilim, etnografya, psikoloji, din, hukuk ve ekonomi alanlarında olağanüstü bilgi birikimiyle yazısız toplumların dünyasında yolculuğa çıkmaktadır. Büyünün, dinin, bu ikisi arasındaki ilişkilerin ve bunun toplumların organizasyonunda oynadığı rolün analizine yer verilen kitapta, ilkel denilen toplumlar ile uygar toplumlar arasındaki derin tarihsel bağlantılar ortaya konulmaktadır. Özel anlamda bireylerin, genel anlamda toplulukların doğayla ve birbirleriyle olan ilişkileri, mücadeleleri, toplumsallaşma araç ve yöntemleri (örneğin potlaçlar. değis-tokuş ve hediyeler) ve bunun nasıl bir uygarlık süreci hâline dönüştüğü anlatılmaktadır. İnsanın kendini, doğayı, ölümü, Tanrı'yı ve içinde yaşadığı topluluğu açıklama, yorumlama, anlamlandırma ve diğer taraftan hayatta kalma çabası olarak tanımlayabileceğimiz uygarlık süreci, bu kitapta, büyü, din, tabu ve mana türünden olguların bir sentezi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Claude Levi-Strauss'un kapsamlı önsözüyle başlayan çalışma, antropoloji ve sosyoloji öğrenimi için olmazsa olmaz bir yere sahiptir ve bu konuda büyük bir boşluğu doldurmaktadır.

3 Tem 2010

Les règles de la méthode sociologique

Les faits sociaux doivent être traités comme des choses. Avec cette affirmation polémique, E. Durkheim orientait de manière décisive une discipline en voie de constitution, que cet ouvrage a contribué plus que tout autre à asseoir sur des fondements solides. A la fois programme et illustration, le livre est devenu un grand texte classique. L'ouvrage a connu deux éditions : 1894 (" La revue de Philosophie ") et 1895. Nous avons donné les variantes, peu nombreuses mais fort intéressantes, des deux éditions. Jean Michel Berthelot, qui enseigne la sociologie à l'Université de Toulouse, précise dans une longue préface les conditions de rédaction de ce texte et sa signification philosophique, politique et épistémologique.

Les règles de la méthode sociologique

« En résumé, les caractères de cette méthode sont les suivants.
D’abord, elle est indépendante de toute philosophie…
En second lieu, notre méthode est objective. Elle est dominée tout entière par cette idée que les faits sociaux sont des choses et doivent être traitées comme telles
Mais si nous considérons les faits sociaux comme des choses, c’est comme des choses sociales. C’est le troisième trait caractéristique de notre méthode d’être exclusivement sociologique. »

Faire de la sociologie une science, tel était le souhait de Durkheim lorsqu’il publie en 1894 cet ouvrage dans la Revue philosophique. Il a foi dans le rationalisme scientifique appliqué aux phénomènes sociaux et la sociologie a pour vocation d’établir des lois de la vie sociale comme il existe des lois de la nature. Dans une introduction inédite, François Dubet explique l’argument de Durkheim, ses lignes de forces mais aussi les quelques aspects plus criticables, plus d’un siècle après la publication du livre.
Fondateur de la revue L’Année sociologique en 1896, Émile Durkheim (1858-1917) était professeur de pédagogie et de sciences sociales à l’Université de la Sorbonne et inaugura la chaire de sociologie en 1913. Il contribua largement à la création d’une école française de sociologie dont les représentants étaient ses élèves et sont encore de nos jours, pour certains, ses héritiers. Il s’attacha à faire de la sociologie une discipline scientifique ayant un objet et des méthodes propres.

SOSYOLOJİK YÖNTEMİN KURALLARI

Emile Durkheim 1895'te yazdığı Sosyolojik Yöntemin Kuralları adlı yapıtında, toplumu inceleyip yorumlayacak bir "bilim"in yönetimini belirlemeye çalışır: Comte ve Spencer gibi düşünürlerin, toplumu "hazır önkavramlar"la anlama yöntemlerini eleştirir. Durkheim'e göre, bir "toplumbilim kurma"nın ön koşulu da gerçekliği sınıflandırarak, geçerli bilimsel yasaları bulmak ve toplumsal gerçekliğin iç doğasını, karakteristik yönlerini yansıtan kavramsal bir dizge oluşturmaktır.
(Arka kapak'tan)

Cenk Saraçoğlu: Siyaset Kürtleri Tanırken, Şehirler Dışlıyor

Sosyolojik Metodun Kuralları

Fransız sosyolog ve pozitivist filozof Emile Durkheim ülkemizde geniş ölçüde tanınan ve gerek sosyoloji gerek felsefe alanında büyük bir etkiye sahip bulunan bir şahsiyettir. Onun doktrini ve sosyolojik metodu Ziya Gökalp, Necmettin Sadak gibi taraftarları aracılığıyla Türkiye'nin fikir dünyasına girmiş ve liselerimizle üniversitelerimizin sosyoloji öğretiminde benimsenerek adeta resmi bir hüviyet kazanmıştır.
"Sosyolojik Metodun Kuralları" Durkheim'ın yapıtları arasında önem bakımından en başta gelenidir. Pozitivizm akımının gereğince kavranması ve eleştirilmesi bakımından okunmasında büyük yarar bulunan bu kitabın aslında sadık ve anlaşılabilir bir çevirisine okurlarımıza sunmayı uygun gördük.
(Arka Kapak) 

Bu eser Durkheim'in en önemli eserleinden biridir. Durkheim bu eserinde kendi sistemlerini oluşturmuş olan pozitif bilimlere nisbetle belirli bir yöntemi kurulmamış olan sosyolojiyi bilimsel bir temele oturtur. Durkheim'e göre Comte ve Spencer gibi sosyologların Durkheım'ın kendi ifadesiyle kendi kafalarındaki nosyonları sosyolojik yöntem olarak ortaya sürmeleri kabul edilemez. Sosyolojiyi temellendirirken toplumsal olgu, fenomen, nosyon, birey, sosyolojik kurumlar vb. kavramları tartışır ... 
(wikipedia)
http://tr.wikipedia.org/wiki/Sosyolojik